Hiç kuşkusuz, “Cemaat 15 Temmuz’un neresindeydi?” sorusunun yanıtı 15 Temmuz 2016’da meydana gelen ve çok geçmeden başarısızlığa uğrayacağı anlaşılan askeri kalkışmanın aydınlatılmasıyla verilebilir. Devletin resmi tezine göre askeri kalkışma FETÖ tarafından tezgâhlanmış ve en başta alanlara akan milletin direnişi sayesinde büyük bir felaketin eşiğinden dönülmüştü. Buna karşılık, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu sadece bir darbe girişiminin değil, bir “kontrollü darbe” sürecinin yaşandığını iddia etmişti: 15 Temmuz’daki askeri kalkışma, önceden bilinen ama her nedense önüne geçilemeyen, sonrasında meclis tarafından kapsamlı bir şekilde araştırılması engellenen bir darbe girişimiydi.

Kemal Kılıçdaroğlu 15 Temmuz’da gerçekte ne olup bittiğine dair yanıtlar vermekten çok, kritik bazı sorular sormayı tercih etmişti. Örneğin FETÖ’nün TSK imamı olduğu söylenen ve askeri kalkışmanın ertesi günü Ankara’da Akıncı Hava Üssü civarında yakalanan Adil Öksüz’ün gözaltına alındıktan sonra nasıl serbest bırakıldığını ve sonrasında kayıplara karıştığını sormuştu. Bu tip sorular 15 Temmuz askeri kalkışmasının resmi sunumunu yıpratsa da, gerçekte ne olup bittiği sorusu yanıtsız kalmaya devam etti.

Darbe sanıklarının yargılandığı çeşitli davalar da 15 Temmuz’un aydınlatılmasına yardımcı olmadı; aksine kuşkuları büyüttü. Müyesser Yıldız, Türk medyasında bu davaları yakından takip eden istisnai bir gazeteci; 26 Kasım’da sonuçlanan Akıncı Üssü davası hakkında Tele 1’de söyledikleri davaların seyrine ilişkin yeterince fikir veriyor: “Şu oldu, dediğim gibi baştan adeta bir karar verilmiş olduğu için iddianame mütalaaya dönüştü, mütalaa bugün itibariyle karara dönüştü. Yani üç senelik yargılamada, adeta bir milim yol alınamamış gibi bir pozisyon çıktı. Oysa ki dosyaya bir yığın yeni belge geldi, bir yığın tanık dinlendi, bazı sanıklar haklarındaki iddiaları çürüttüler ama karar değişmedi.”

Kuşkucu yaklaşım, 15 Temmuz’dan itibaren kamuoyu bilincinde yaratılmak istenen FETÖ canavarı imgesinin gerçekliğe tekabül etmediği sonucuna ulaşılabileceğini gösterir. “Kontrollü darbe” tezi oyun içinde oyun oynandığına, davalardaki ifadeler ise işin içinde Cemaat dışı aktörlerin de olduğuna ve askeri kalkışmaya katılımın abartıldığına işaret etmektedir. Fakat net bir şekilde “şu ve şu oldu” diyebilmek hâlâ kolay değildir.

Aslında Türk yargısının yapamadığını yapıp meselenin en azından Cemaat ile ilgili kısmının aydınlatılmasını sağlayabilecek bir yapı hâlâ varlığını sürdürmektedir: Mensuplarının tercih ettiği adlandırmayla Hizmet Hareketi. Cemaat’in “hususiler” denilen ve devlet içindeki örgütlenmesinden sorumlu yöneticilerinin tamamı yakalanmış değildi. Ayrıca, bu yöneticilerin Türkiye’deki çalışmalarında doğrudan ve düzenli olarak Fethullah Gülen’in talimatıyla hareket ettikleri kolaylıkla iddia edilemese de, onun bilgisi dışında hareket etmiş olabilecekleri düşüncesi inandırıcı olmaktan uzaktı.

Fakat bir karartma da oradan geldi: Cemaat yönetimine yakın medyaya göre, Hizmet Hareketi ile gönül bağı olan bazı insanlar bir şekilde “darbe kumpasının” içine çekilmiş olabilirdi, ama o kadar. Dolayısıyla, Hizmet Hareketi’nin lideri Fethullah Gülen ve ona bağlı organize bir yapının darbe girişimcisi olduğu iddiası iftiradan ibaretti. Türk devleti gerçekten 15 Temmuz’un aydınlatılmasını istiyorsa, en başta Fethullah Gülen uluslararası bir mahkemede ifade vermeye hazırdı. Türk yargısı başvuru makamı olamazdı, çünkü yürütmeye tabiydi ve adil yargılama yapabilecek durumda değildi.

Belirtmek gerekir ki, bu savunma bizzat Cemaat içinde yer alan birçok kişi tarafından tatmin edici bulunmadı ve muhalefetle karşılaştı. Meselenin üzerine giden bazı Cemaat mensubu gazeteciler, akademisyenler, hatta Cemaat’in sivil ayağında sorumluluk almış (hususi olmayan) yöneticiler, “bir şekilde darbe kumpasının içine çekilmiş ya da tuzağa düşürülmüş bazı Hizmet Hareketi gönüllüleri” tezini yeterli ve inandırıcı bulmadılar. Düzenli olarak gazeteci Ahmet Dönmez’in ve bir süre gazeteci Kamil Maman’ın yaptığı yayınlar, Cemaat’in “Hizmet” ayağından ayrıştırılmış organize bir üst yapının işin içinde olduğunu gösteriyordu. Örneğin, Adil Öksüz bilmecesi göz ardı edilse dahi, onunla birlikte Akıncı Üssü civarında gözaltına alınan ama sonrasında serbest bırakılmayıp tutuklanan dört sivil (Kemal Batmaz, Hakan Çiçek, Nurettin Oruç ve Harun Biniş), Cemaat ile darbe girişimi arasında organik bir bağ kurulabileceğini gösteriyordu. İçlerinden bazılarının 15 Temmuz’da Akıncı Üssü’nde olduklarını tespit eden kamera görüntüleri uydurma kabul edilse dahi, darbe girişiminin ertesi günü Akıncı Üssü civarında ne yaptıkları sorusuna verdikleri yanıtlar inandırıcı olmaktan uzaktı.

Bu tip tezler karşısında Cemaat yönetimi ve ona yakın medya sessiz kalınca, itirazlar yer yer protest bir üslup edinmeye, hatta kopuşlar meydana gelmeye başladı. Cemaat’in can derdine düşmüş Türkiye ayağında nelerin yaşanmakta olduğu pek bilinmemekle birlikte, diaspora ayağındaki gelişmeleri sosyal medya aracılığıyla izlemek mümkün. Örneğin 15 Eylül 2017’de kurulan ve üç akademisyenin (Gökhan Bacık, Özgür Koca ve Ahmet Kuru’nun) editörlüğünü yaptığı Kıtalararası sitesinde, Gülen liderliğindeki yönetici hiyerarşinin dağıtılması gerektiği, Hizmet Hareketi’nin adem-i merkeziyetçiliği ve yerelliği esas alan bir dönüşüm geçirmesi gerektiği savunuldu. 2018 Temmuz ayında kurulan ve “Mürid değil, Münferit!” sloganıyla yayın yapan Münferit Fikir Platformu sitesinde, Cemaat yönetiminin hatalarına özeleştirel yaklaşmaya hiç de niyetli olmadığını, 15 Temmuz felaketinin yaşanmasında sorumluluğu açık Cemaat’in ümitsiz vaka haline geldiğini dile getiren yazı ve videolar yayınlandı.

Kopuşu doğru bulmayan, bununla birlikte Hizmet Hareketi’nin bir değişime ihtiyaç duyduğunu düşünen kesimler de Cemaat’in 15 Temmuz’daki rolüne ilişkin suskunluğunu eleştirdi. “Hocaefendiyi” (Fethullah Gülen’i) de zan altında bırakacak şekilde hatalı işlere imza atmış yöneticilerin hiçbir şey olmamış gibi yaptırımla karşılaşmamış olmaları, üstelik Cemaat Hareketi’ne yön vermeye çalışmaları yanlıştı. Eleştiri dozu ve içeriği farklılaşmakla birlikte, akademisyen İsmail Mesut Zengin ve Cemaat yöneticiliği yapmış Tayfun Tuna’nın geliştirdiği söylemler, bu yaklaşıma örnek olarak verilebilir.

Kopuşu savunan ya da içerden eleştiriler iyice görünür hale gelse de, Cemaat yönetiminin özellikle Türkiye’de yaşanan ağır mağduriyetleri gerekçe göstererek özeleştiri taleplerini geçersiz hale getirmek istediğini gözlemlemek mümkün. Dolayısıyla, “Cemaat 15 Temmuz’un neresindeydi?” sorusuna yanıt olarak, “Her tarafında olmasa da bir yerlerinde olduğu kesin, ama tam neresinde belli değil” demenin ötesine geçmek hâlâ mümkün değil. Cemaat içinden gazeteci Ahmet Dönmez dışında bu konuyu gündeminde tutan ve yeni şeyler söylemeye çalışan başka birileri yok.

Türkiye’de medyanın 15 Temmuz’un üzerine gidemiyor olmasının iki nedeni var: Birincisi, tabii ki ifade özgürlüğünün ağır baskı altında olması. Resmi sunumla çelişebilecek açıklayıcı tezlerin öne sürülmesi ve tartışılması kolaylıkla FETÖcü propaganda kapsamında değerlendirilebilir. İkincisi, anti-FETÖcülüğün bir çeşit kendini güvence altına alma ve meşruiyet alanı oluşturma kriteri haline gelmesi. Cemaat hakkında karşıtlık beyanı yapılmalı ve en azından sessiz kalınmalı -ki otosansür içerse de hükümete dönük eleştiri yapma şansı devam edilebilsin.

Bu tabloya bakıldığında, ancak sürgündeki Cemaat dışı medyanın kapsamlı bir çaba içine girebileceği söylenebilir. Fakat Ahmet Nesin’in bazı yayınları dışarda bırakılacak olursa, konunun üzerine pek gidilmediği görülüyor. Türkiye’deki 15 Temmuz otosansürü, tuhaf bir şekilde ve ilgisizlik biçimi alarak sürgündeki Cemaat dışı medyayı da içine alıyor. Öyle görünüyor ki, sürgündeki medya bir sürpriz yapmazsa, 15 Temmuz askeri kalkışması ve bu kalkışmada Cemaat’in oynadığı rol Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerindeki ağır baskı ortadan kalktığında aydınlatılabilecek. Bu da kısa vadede olabilecek bir şey değil.