Sırrı Süreyya Önder gitti. Arkasında, sözcüklerin yankılandığı, sessizlerin ses bulduğu, her köşesi bir gösteri-eyleme sahne olan bir hayat bırakarak. Onu anmak demek; yalnızca politik kariyerini değil, o politikayı yaşarken kurduğu sahneyi, mizahını, estetiğini, dramaturjisini anlamak demek. Meclis kürsüsünden kepçe önüne, cezaevinden sinema setine… Her an, seyirciye saygılı bir performanstı onunki.
Ardından birçok şey yazılacak. Özellikle son dönem içinde yer aldığı İmralı Heyeti ve yıllardır uzlaştırıcı pozisyonunda yer aldığı çözüm, müzakere, barış süreçlerindeki rolü öne çıkacak. Ne kadar uzlaştırıcı olduğu, kendini herkese ne kadar sevdirdiği konuşulacak. Hepsinde bir niyet olacak. Bugünden, bugünün konjonktüründen, söyleyen için bir anlamı olması umuduyla. “Acıları mı yarıştıralım?” diye sormuştu ya kendisi, ardından acılarını yarıştıranlar olacak. Ben geriye bakınca, lafını sakınmadan herkesle diyalog kurmayı becerebildiğini görüyorum. Bu meziyetini de her bir anını, Gezi eylemleri ile başlayan süreçte kameralar önünde izleme şansımız olan her bir anını bir gösteri eylem formatında sergilemesine bağlıyorum. Gezide kepçenin önünde yaptığı konuşmadan, meclis başkanı olarak yönetim tarzına, her bir anı doğaçlama birer sahne performansı olarak ele alınabilir; dramaturjisi ile, seyirci analizi ile, izlenirliği ile, muhatabına ve seyircisine saygısı ile… Öne çıkması gerekenin de bu olduğunu düşünüyorum.
Kendi ifadesi ile “baba tarafı hep sosyalistti… ana tarafı da olduğu gibi Nurcuydu.” Dünya görüşü bakımından iki farklı geleneği temsil ediyorlardı ve o her ikisine de aşinaydı. 12-13 yaşında sosyalist olmaya karar verdiğini anlatıyordu. Babasını 8 yaşında kaybedince genç yaşlarda bir fotoğrafçıda çıraklık yapmış, bir dönem mevsimlik işçilik de yapmıştı. Lisede Maraş katliamını protesto ettiği için kısa süre cezaevine girmiş. Ankara Siyasal’da okurken 12 Eylül darbesi ile toplamda 7 yıl parmaklıklar ardında kalmış. Tutuklandıktan sonraki süreçte ağır işkencelere maruz kalmış ama yine de yılmayarak cezaevlerindeki direnişlere katılmış. Haksızlıklar karşısındaki duruşunu özetleyen en net cümle belki de şudur; “Biz darbenin mağduru değil, hasmıyız; ona karşı savaştık ama yenildik.” Bu cümle aslında gençlik yıllarında elde ettiği deneyimin manifestosu olarak görülebilir: Pasif bir kurban değil, bilakis o dönemin ve her dönemin aktif direnişçisi.
Sırrı Süreyya Önder, 1987’de cezaevinden çıktıktan sonra “sakıncalı” statüsünde olduğu için, geçimini sağlamak adına mevsimlik tarım işçiliği, lastik tamirciliği, inşaat işçiliği ve uzun yol kamyon şoförlüğü gibi işlerde çalışıyor. 1990’lara gelindiğinde Önder, cezaevi anılarını ve gözlemlerini sanat yoluyla ifade etmeye meylediyor. Belki de aktif direnişinin en önemli aşaması bundan sonra başlıyor. Yaşadıklarını anlatmak. Gördüklerini anlatmak. Siyasete girdikten sonra da sürekli anlatmak. Bunu da seyir zevki verecek şekilde yapmak. Sırrı Süreyya Önder’in en başarılı olduğu şeylerden biri budur. Aristo’nun retoriği bir sanat olarak nitelemesinin sebebi de budur. Retoriğin içeriğinin başarılı olabilmesi için dinleyenin onu algılayabilmesi gerekir. Bu nedenle de estetik (aísthēsis; duymak ve algılamak) olmalıdır, anlattığınız şey duyulabilmeli ve algılanabilmelidir.
Sırrı Süreyya’nın sinemaya profesyonel olarak adım atması da bu anlatma ihtiyacından kaynaklanır. Kendi gençliğinde tanık olduğu 1980 darbesi dönemini sanatsal açıdan ele alıyor ve anlatmaya sinema ile devam ediyordu. İlk uzun metraj senaryo çalışması, yönetmenliğini de ortak üstlendiği “Beynelmilel” (2006) filmi oldu. Adıyaman’da 1982 yılında sokağa çıkma yasağı altında geçen trajikomik bir hikâyeyi anlatan Beynelmilel, Önder’in yaratıcısı olduğu karakterler üzerinden darbe atmosferini hiciv yoluyla geniş kitlelere aktardı. Film, 2007 Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü kazanarak hem eleştirmenlerden hem izleyicilerden övgü topladı. Acı dolu bir geçmişi mizah ve müzikle harmanlayarak anlatmayı başarmış, sanat aracılığıyla bir nevi yüzleşme ve hafıza görevi ifa etmişti. Sinemada daha birçok projede senarist, yönetmen veya oyuncu olarak yer aldı. Sırrı Süreyya Önder, sinemanın yanı sıra anlatmak için başka yollara da başvurdu. 2010 yılında BirGün gazetesinde, ardından 2011’e dek Radikal gazetesinde düzenli köşe yazıları kaleme aldı. Bu yazılarda genellikle toplumsal belleğin ve dayanışmanın önemini vurguladı; unutulmaya yüz tutmuş hikâyeleri, mağduriyetleri ve halkın direniş deneyimlerini esprili ama dokunaklı bir dille anlattı. Yazdıkları, yakın tarihe tanıklık eden önemli birer belge niteliğindeydi.
2011 yılı, Sırrı Süreyya Önder’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Sanatçı ve yazar kimliğiyle tanınan Önder, o yıl yapılacak genel seçimler öncesinde gelen teklifle aktif siyasete adım attı. Kürt siyasi hareketi ve Türkiye solunun oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, onu İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı olarak gösterdi. İstanbul 2. bölgeden bağımsız milletvekili seçilen Önder, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) grubuna katıldı. Gazeteci yazar Necla Çamlı, Önder’in film dünyasından politik arenaya geçişini “zaten yıllardır söylediğini artık Meclis kürsüsünde söyleyecek” sözleriyle yorumlamıştı. Yani Önder, anlatmaya devam ediyordu. Sanat yapıyordu her fırsatta. Anlatacakları vardı. Birilerine anlatmak istiyordu ve en önemlisi o birileri onu anlasın istiyordu. En azından düşünsün. Belki zihinlerinde bir çatlak oluşur, sonra giderek büyür, kim bilir? Bunun için de diyalektik bir yaklaşımı; seyircisini, dinleyicisini, okuyucusunu içine çekmeye çalışan bir üslubu vardı. Sözünü söylemiş olmakla yetinmeyen, sonuç almak isteyen bir derdi vardı.
Önder, meclise adım atar atmaz kendine özgü üslubuyla dikkat çekti. 2012 yılında, TBMM bünyesinde kurulan Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda üye olarak görev aldı. Bu komisyon vesilesiyle, 12 Eylül döneminde Mamak Cezaevi müdürü olan ve kendisine bizzat işkence yapmış emekli Albay Raci Tetik ile 28 yıl aradan sonra yüz yüze geldi. Tetik’e darbe zindanlarındaki zulmü sordu. İçinde hem mağdur hem aktör hem de vekil olarak yer aldığı bu sahne, Önder’in hem kendi geçmişiyle yüzleşmesi hem de darbe döneminin faillerinin toplum önünde teşhir edilmesi açısından çok önemliydi. Meclisteki etkin çalışmaları arasında insan hakları, demokrasi ve Kürt sorununa dair cesur çıkışları yer alan Önder, hitabet yeteneği ve mizahi tarzıyla kısa sürede sempati topladı. Sempati topluyor olması, onu ne popülist bir yöne sevk etti, ne de söylediklerinin içeriğini yumuşattı. O anlatma ihtiyacı duyduğu şeyleri olduğu gibi anlatmaya devam etti, anlaşılması için çaba sarf ederek. Söylediklerinin doğruluğunun şehvetine kapılarak muhatabını hor görmeden, onu kale alarak, anlatıyordu sadece.
Sırrı Süreyya Önder’in siyasi yaşamındaki en unutulmaz anlardan biri, 2013 Mayısı’nda patlak veren Gezi Parkı Direnişi sırasında yaşandı. 27 Mayıs 2013’te bir grup çevre aktivisti parkta nöbet tutarak ilk ağaç sökümünü engellemeye çalışırken, Önder de haberi alır almaz olay yerine gitti. BDP İstanbul Milletvekili sıfatıyla iş makinelerinin karşısına dikilen Önder, hukuksuz ağaç kesimine vücudunu siper etti, iş makinesi operatörüne çalışmaların yasal olmadığını söyleyip geri çekilmesini sağladı. O an çekilen fotoğrafları ve videoları kısa sürede yayılarak, Gezi Parkı direnişinin sembol görüntülerinden biri haline geldi. Önder’in bir canlı yayında kullandığı şu cümleler hafızalara kazındı: “Nefes alıyoruz ya, bunu bize veren ağaç. Yerde canlı ne varsa ümmettendir. Ben o ağacın da vekiliyim. Bu ağaçlar yakanıza yapışacak.” Bu sözleriyle Önder, çevreyi savunmayı ideolojik bir kamplaşma olmaktan çıkarıp en temel insani ve inançsal değerlere dayandırdı. “Ümmettendir” diyerek her canlının yaratılmışlar topluluğunun bir parçası olduğunu hatırlatması, İslami referansla çevre savunusunu birleştiren nüktedan bir yaklaşımı gösteriyordu. Tüm bunları siyasi retoriğin gereği olduğu için değil, içinden geldiği, ruhunda olan geleneğin gereği olarak yapıyordu. Bu tavır veya diğer bir deyişle gösteri-eylem, onun hem doğaya hem demokrasiye olan bağlılığının sembolü oldu.
Önder, 2013 yılında Çözüm Sürecinde“İmralı Heyeti”nde yer alan ve PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yürüten birkaç HDP’li siyasetçiden de biriydi. 2013’ten itibaren defalarca İmralı Adası’na giderek Öcalan’ın barış mesajlarını getiren Önder, bu tarihi misyonu büyük bir sorumluluk bilinciyle üstlendi. Aynı yıl 21 Mart 2013 Diyarbakır Newroz kutlamasında, Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı ateşkes ve barış çağrısı mektubunu yüz binlerin huzurunda okuma görevi Sırrı Süreyya Önder’e verildi. Öcalan’ın mesajını Kürtçe ve Türkçe olarak milyonlara ileten Önder, o anı hayatının en onurlu görevlerinden biri olarak nitelendirdi. Bu mektup, PKK’ya silahlı mücadeleyi bırakma ve sınır dışına çekilme çağrısı yaparak çözüm sürecinin zirve noktası olmuştu. Mektubun okunma anı da hayatına sığdırdığı o anlardan, gösteri-eylem anlarından biriydi. Bir elçiydi sadece, ama mektubu herhangi birinin okuması ile onun okuması arasında ciddi bir fark olacağını herkes biliyordu. Sahne Sırrı’nındı… 2025’te bu çağrı yeni bir süreçte yeninden yapılacağında da yine sahne onundu. Ağır hastalığına rağmen sahnede yer almaktan kaçmadı. Hatta daha önce yer aldığı için aldığı yasağına rağmen. 2025’te de izleyicisine kendini dinleten doğru üslubu bularak, sahnedeki görevini başarıyla icra etti. Zira amacı anlatısını izlenir kılmaktı. Her zaman yaptığı gibi.
Sırrı Süreyya Önder, ister cezaevinde ister Meclis kürsüsünde olsun, kendine özgü mizahî üslubuyla tanınan bir isimdi. Onun siyaset yapma tarzı, keskin zekâsı ve nüktedan diliyle şekillenmişti. Kendi muhalefet anlayışını tarif ederken, “Benim işim, söylenecek lafı söyleyip, ardından özür dilemeden oturmak” sözleriyle duruşunu özetlemişti. Yaşı ve deneyimi nedeni ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanvekili görevine seçilen Önder, muhalefet sıralarından gelip Meclis’i yöneten bir isim olarak siyasi nezaketini ve esprili yaklaşımını başkanvekilliğine de taşıdı. Yönettiği her bir meclis oturumu, yeni bir gösteri-eyleme sahne oluyordu. Meclis kürsüsünü bir sahne olarak görüp, görüş belirten vekillerin kendi kendine oynadığı seyircisiz oyuna aktif bir aktör olarak katılıp, meclisi bir sahneye dönüştürüyordu. Meclis, seneler sonra izlenilen bir yer haline geldi. Meclis’te hararetli tartışmalar yaşanırken bile esprileriyle ortamı yumuşatabilen Önder, “kürsüde küfür edemediğim için ironi yapıyorum” diyerek espriyle karışık durumunu açıklamıştı. Onun bu sarkastik üslubu, aslında yapıcı bir muhalefet biçimiydi: Karşısındakini incitmeden, iğneleyici mizahla eleştirmek. Aslında yaşadığı şeylerin kendisi trajikomikti. Sağlık sebebiyle ara verdiği “parlamenter siyasete” davalar ve hapislikle devam etti, hatta bu dönem meclisi yönetirken bile müebbetle yargılandı. Ancak Önder’in hitabeti sadece mizaha dayanmıyordu; aynı zamanda derin bir entelektüel birikime yaslanıyordu. Konuşmalarında şiirlerden, edebi metinlerden alıntılar yapar, tarihi göndermelere sıkça yer verirdi. Önder’e göre siyaset sadece rakamlar ve sloganlar işi değil, aynı zamanda hafıza ve empati meselesiydi.
Sırrı Süreyya Önder, gündelik diyaloglarında da hazırcevap oluşu ile meşhurdu. Bir anekdot özellikle sıkça hatırlanır: 2014’te Cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninde, Emine Erdoğan kendisine “Siz aslen nerelisiniz?” diye sorduğunda Önder nükteli bir dille, “Adıyamanlıyım, çok affedersiniz Türk’üm, tedavi oluyorum” diye cevap verdi. Bu espri, oradaki herkesi kahkahaya boğarken aslında Türkiye’de kimlik meselelerine dair ince bir hiciv içeriyordu; bir başka gösteri eylem anı. Önder, etnik kimliği ne olursa olsun kimsenin üstün ya da “kusurlu” olmadığını, bu sözle esprili şekilde anlatmış oluyordu. Önder, kürsüyü bir kavga alanı olarak değil, bir “açık mikrofon” olarak görüyor; orada adeta bir şair duyarlılığıyla konuşuyordu. Kimi zaman sıradan bir selamla, kimi zaman dokunaklı bir fıkra ile mesajını veriyordu. Başından beri olduğu gibi, anlattığı kişilere hangi ortamda ne anlattığına ve nasıl anlatırsa anlayacaklarına bakarak, diyalektik bir dramaturji ile üslubuna karar veriyordu. Hem devrimci literatüre hakimdi hem de geniş halk kesimlerinin kültürel referanslarına. Onun varlığı, siyasette nezaket ve esprinin de güçlü birer enstrüman olabileceğini kanıtladı.
Önder vefat ettiğinde 62 yaşındaydı. Onun yaşam öyküsü, Türkiye’nin son yarım asırlık tarihinin bir aynası gibiydi: 1960’ların devrimci rüzgârlarıyla başlayan bir çocukluk, 12 Eylül’ün karanlığında geçen gençlik, 2000’lerde sanatla aydınlanan olgunluk ve 2010’larda barış mücadelesiyle taçlanan bir siyaset serüveni. Diğer aktörlerden farklı olarak Önder bizi bu serüvene en başından beri ortak etti. Sırrı Süreyya Önder, sinema perdesinden Meclis kürsüsüne uzanan sıra dışı yolculuğunda hep ezilenlerin, ötekilerin ve “ağaçların” sesi oldu ve bu ses için sahneler kurdu. Sahnesini yıkanlara karşı mizahı kalkan, sevgiyi rehber edindi. Birlikteliği ve beraberliği şiar edindi. Onun için siyaset, kalplere dokunma sanatından başka bir şey değildi. Nitekim bir konuşmasında, “sözü bırakıp gitmek, geriye sadece yankısını bırakmak” istediğini söylemişti. Bugün, Önder’in bıraktığı sözler yankılanmaya devam ediyor. Onu anmanın en güzel yolu, başarı ile uyguladığı gösteri eylem pratiğini hayatın her alanında icra etmek için durmadan mücadele etmek olacaktır. Bizim de anlatacak şeylerimiz olmalı; bu hayatı yaşıyorsak, kendi cümlemizi söylemeye hakkımız var ve bunu söylemek boynumuzun borcu.