Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin söylemleriyle başlayan, adını bile koymakta güçlük çektiğimiz, kimilerince “müzakere süreci”, kimilerince “barış süreci”, kimilerince “terörsüz Türkiye süreci” olarak adlandırılan olaylar dizisi, PKK’nin 11 Temmuz’da Süleymaniye’de gerçekleştirdiği silah bırakma töreniyle yeni bir aşamaya geçmiş görünüyor. Ama görebildiğim kadarıyla konuyla ilgili kafa karışıklığı her geçen gün azalacağına artarak devam ediyor. Bunun nedeninin, olayın bağlamından kopuk olarak ele alınması olduğunu düşünüyorum. Bir olayı ya da olguyu, bağlamından kopuk bir şekilde ele alır, bazı ezberler ya da kendinizce tanımladığınız kavramlarla değerlendirmeye kalkışırsanız kafa karışıklığı da kaçınılmaz hale gelir.
Bu nedenle şu an yaşanan “barış süreci” olgusunu, tarihsel bağlamına oturtmak için bazı sorular sorulması ve bu soruların, yaşanan olaylar ışığında cevaplanmaya çalışılması doğru olacaktır. Şu soruları sorarak başlayalım: Varlığını ve meşruiyetini büyük oranda Kürt savaşına dayandırmış olan Türk-İslamcı rejim ne oldu da Kürtlerle barışmaya karar verdi? Her geçen gün otoriterleşen ve hatta giderek seçimli bir diktatörlüğe doğru evrilen Türk-İslamcı müesses rejim neden Kürtlerle barışmak istesin? 2016’dan bu yana yaşanan otoriter restorasyon projesinin en kullanışlı silahı “beka” ve “terörle mücadele” retoriği iken, bu retorik sayesinde tüm muhalifleri etkisizleştirmek mümkünken ve bu hâlâ işe yarıyorken, rejim neden bu silahını kaybetmeyi göze alsın? CHP’yi ve İmamoğlu’nu oyun dışında bırakma projesinin bir parçası olarak Kürtleri muhalefetten uzak tutmak için “barış süreci” gündeme gelmiş olabilir mi? Ama Kürtlerin CHP’nin yanında olması, CHP’yi ve İmamoğlu’nu kriminalize etmek ve terör retoriği ile devre dışı bırakmak için daha kullanışlı ve güvenilir bir yol olmaz mıydı? Savaşı sürdürmek diktatörlüğe geçiş sürecini daha kolay bir hale getirmez miydi?
Bu soruların hepsine cevap bulmak kolay olmasa da “barış süreci” olgusunu tarihsel bir bağlama oturtmak için, en azından bir kısmını yanıtlamaya çalışmak gerekiyor. Öncelikle akılda tutulması gereken ilk şeyin şu olduğunu düşünüyorum; “barış süreci” Türkiye’nin iç dinamikleri sonucunda ortaya çıkan bir durum değildir. Yani Türkiye’de, Kürt meselesinin artık barış yoluyla çözülmesi gerektiğine inanan bir kamuoyu oluştuğu ve bu kamuoyunun devleti zorlayarak süreci başlatmaya mecbur bıraktığı söylenemez. Örneğin, Türk-İslamcı rejime karşı olanların, “bu rejim Kürtlerle yapılan savaşı bahane ederek kendini meşrulaştırıyor, dolayısıyla bu rejimden kurtulmak için öncelikle Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülmesi gerekiyor” dediğini hiç duymadık. Ya da “Türk-İslam faşizmi elli yıldır iktidarda kalabilmek için bu ülkenin yüz milyarlarca dolarını bu savaşa harcadı. Yoksulluk dayanılmaz bir noktaya geldi ve bunun temel sebebi devletin Kürtlerle savaş politikası ve savaş ekonomisidir. Bu nedenle ekonominin düzelmesinin ve yoksulluğun bitmesinin ilk şartı bu savaşın bitmesidir” dediklerini de duymadık. Hatta süreç başladığından bu yana en ciddi karşı çıkışın, kendisini muhalif olarak adlandıran kesimlerden geldiğini şaşkınlıkla izliyoruz. Öyleyse Kürtlerle barışma hamlesinin nedeni içeride oluşan bir demokratikleşme ve barış baskısı olamaz.
Bu sürecin başlamasının temel nedeni, son iki yılda Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerdir. 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldıran, binden fazla insanın ölümüne neden olan ve 250’den fazla insanı kaçıran Hamas, barut fıçısına ateşi atmış oldu. İsrail’in, 7 Ekim’den sonra başlattığı ve sadece Gazze’yi değil, Lübnan ve Suriye’yi de kapsayan saldırılarını çok önceden planladığı ve eninde sonunda bir bahane bulup bu operasyonu başlatacağı açıksa da 7 Ekim tarihini bir dönüm noktası olarak alabiliriz. Gazze’de soykırım yapan İsrail, Hamas’ın askeri kapasitesini büyük ölçüde çökertti. Ardından Lübnan’a yönelerek aynı şeyi Hizbullah’a yaptı ve nihayet Esat rejiminin çöküşüyle planın ilk aşaması tamamlanmış oldu. İran’ın 2000’li yıllardan itibaren oluşturduğu, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Gazze üzerinden İsrail’e ulaşan direniş eksenine büyük bir darbe indirilmiş oldu. İran’ın, Suriye ve Lübnan üzerindeki etkisi neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı. Sıra Irak’a geldi derken, İsrail doğrudan İran’a saldırdı ve on iki gün boyunca İran’ı hava saldırılarıyla vurdu. İran operasyonu şimdilik durmuş gibi görünse de pek çok uzmanın görüşü, her şeyin yeni başladığı yönünde. ABD’nin, İsrail patronajında bir Ortadoğu kurmak istediği, İsrail’e ve ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket edebilecek tüm unsurları yok ettikten sonra da Çin’e yöneleceği analizi oldukça yaygın bir şekilde dile getiriliyor. Bu projenin var olup olmadığı ya da başarılı olup olmayacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da İran’ın oluşturduğu direniş ekseninin kırıldığı, Suriye ve Irak’ta bir güç boşluğu oluştuğu, İsrail’in bu güç boşluğunu kendi lehine doldurmaya çalıştığı açıkça görünen bir durum. İşte burada Türkiye’nin pozisyonu gündeme geliyor.
Türkiye bir NATO ülkesi. Bunu asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ancak bu durum Türkiye’nin tamamen NATO ve Batı’ya bağımlı bir siyaset izlediği anlamına gelmez. Türkiye ve daha spesifik olarak Türk-İslamcı müesses nizam, hiçbir zaman Batı ekseninden çıkmadı ve Batı ile ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı. Zaten yıllardır iktidarda kalabilmesinin nedenlerinden biri de budur. Ancak bu, Türkiye’nin Batı’ya bağımlı bir ülke olduğu anlamına gelmez. Türkiye Batı’yla uyum içinde olmaya azami dikkati gösterse de gerektiğinde kendi isteklerini de dayatabileceğinin bilincindedir. Bu nedenle, Ortadoğu’da İran’dan boşalan alanın tamamen İsrail’in istekleri doğrultusunda dizayn edilmesini kabul etmemektedir. İsrail’le Türkiye arasında oluşan gerilimin en temel nedeni budur. İşte burada Kürt meselesi devreye giriyor. Kürtler, İran, Suriye ve Irak’ta, nüfusun çoğunluğunu oluşturan ana aktör değilse de yıllardır Batı’nın ilişki kurabildiği, seküler ve her üç ülkede de (İran- Irak- Suriye) dengeleri değiştirebilecek bir güçtür. Bu nedenle Kürtlerin, İsrail’le Türkiye arasında yaşanan bu gerilimde hangi tarafı tutacağı ve hangi tarafla hareket edeceği önemli bir değişken olarak ortada duruyor.
Türkiye’nin, Ekim 2024’te başlattığı Kürtlerle barış sürecinin tam da bu nedenle ortaya çıktığı kanısındayım. Türkiye’nin, Kürtlerle savaş, Irak ve Suriye Kürdistan’ını “Gazzeleştirme” ve böylelikle İsrail’e karşı sahada bir pozisyon alma düşüncesini hâlâ masada tuttuğunu ancak bunun zayıf bir ihtimale dönüştüğünü düşünüyorum. Devletin A planının, Kürtlerle barışmak ve bunun üzerinden sahada yer kapmak olduğu anlaşılıyor. Böylelikle hem Kürtlerin İsrail eksenine kayması engellenecek hem Türkiye’nin bölgedeki etkinliği artacak hem de yaşanan bu gelişmelerle önemli kazanımlar elde etmesi muhtemel Kürt yapılarının bu kazanımları kontrol altına alınabilecek. Bunun bir devlet projesi olduğunu birçok kez Devlet Bahçeli’nin ağzından da duyduk. Örneğin Bahçeli, son konuşmalarından birinde şunu açıkça dile getirdi, “Terörsüz Türkiye artık bir devlet politikası haline gelmiştir. Dolayısıyla devletin başı terörsüz Türkiye’yi gerçekleştirmekle mükelleftir. O sebepten dolayı Sayın Cumhurbaşkanımızın bu çabalarında her daim yanında ve arkasında olacağız. Onu yalnız bırakmayacağız.” Türk-İslamcı rejim için Kürtlerle barış bir devlet politikasıdır ve şimdilik A planı budur. Bu planı, yıllardır birlikte yol yürüdükleri Erdoğan liderliğinde yürütme konusunda da kararlı görünüyorlar.
Erdoğan için bu plana karşı çıkmak ya da reddetmek şimdilik olası değil. Ancak şunu belirtmek gerekir ki Erdoğan’ın önceliği elbette iktidarını korumaktır. Bu nedenle Türk-İslamcı rejimin önemli kanatlarından biri olan MHP için Kürtlerle barış birincil derecede önemliyken, Erdoğan için ikincildir. İki taraf arasında zaman zaman yaşanan senkron bozukluğunun temel nedeni budur. Ancak her iki taraf da birbirinin önceliklerine en azından şimdilik azami dikkati ve ihtimamı göstermektedir. Örneğin Erdoğan, sürecin ilerlemesini sabote edecek gelişmelere izin vermezken, Bahçeli de Erdoğan’ın iktidarını sürdürmek için giriştiği, CHP ve İmamoğlu operasyonlarını desteklemekten geri durmamaktadır. Erdoğan Kürtlerle barış sürecini sabote etmediği ya da devlet B planı diyebileceğimiz Kürtlerle yeniden savaş planına geçmediği sürece bu durumun devam etme olasılığı çok yüksek görünüyor.
O zaman çokça dile getirilen soruları soralım. Kürtlerle barış yapılırken Türkiye’de diktatörlük kurmak mümkün müdür? Demokrasi ve hukuk devleti olma yolunda adımlar atmadan barış süreci nasıl başarılı olacak? Kürtlere demokrasi ve hukuk devleti kriterleri uygulanırken, iktidarın düşman olarak gördüğü çevrelere düşman hukuku mu uygulanacak?
En azından kısa vadede, Türk-İslamcı müesses nizamın muradının, Ortadoğu’da pozisyon kapmak için Kürtlerle barış, içerde iktidarı kaybetmemek için operasyonlara devam olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sürdürülebilir bir durum mudur? İşte bunu muhalefetin tavrı ve alacağı aksiyon belirleyecektir. PKK’nin silah bırakması, Kürtlerle savaş politikasının bitmesi ve çatışmasızlık durumunun kalıcı hale gelmesi, demokrasi mücadelesi için çok önemli bir alan açabilir. Belediyelere yapılan son operasyonlarda da gördüğümüz gibi, artık muhalifleri “kent uzlaşısına katılmak” ya da “teröre destek vermek” gibi suçlarla tutuklayamıyorlar. Demokrasi ve barış mücadelesi veren insanları terör retoriğiyle susturma dönemi en azından şimdilik kapandı. Kürtlerle barış politikası sürdürüldüğü müddetçe bu retorik işe yaramayacaktır. Bütün muhalifleri yolsuzluk ve rüşvet suçlamasıyla tutuklayamayacakları düşünüldüğünde, demokrasi mücadelesi vermek için uygun bir ortamın oluşabileceğini düşünebiliriz. Bu nedenle, 11 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de PKK’nin simgesel silah bırakma töreninin, Türkiye siyaseti açısından bir dönüm noktası olduğu kanısındayım. Çatışmasızlık durumu eğer kalıcı hale gelebilirse, kısa vadede otoriter restorasyon sürdürülmeye çalışılsa bile orta vadede Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için çok önemli bir fırsat oluşacaktır. Bu nedenle barış sürecinin başarıya ulaşmasının ve çatışmasızlığın kalıcı hale gelebilmesinin, önümüzdeki dönemde Türkiye’de yaşanan tüm gelişmeleri etkileyeceği açıktır.
Kürtler açısından ise olay çok daha hayati bir anlam taşıyor. Böylesi dönemlerde devletsiz halkların, muhtemel soykırım ve katliam girişimlerinin temel kurbanları olduğu ortada. Hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de İkinci Dünya Savaşı’nda böyle oldu. Bugün Ortadoğu yeniden şekillenirken, Gazze’de yaşanan soykırım, Suriye’deki Alevilerin ve Dürzilerin karşı karşıya kaldığı saldırılar ve soykırım riski bunun göstergesi. Aynı saldırı ve soykırım riski Kürtler için de geçerli. Hem Suriye’de hem Irak’ta hem de İran’da Kürtlerin durumu çok hassas, her an saldırı ve katliamlarla karşılaşabilirler. Türkiye Kürtleri için bir katliam riski görülmüyorsa bile, barış sürecinin başarısız olması ve savaş politikalarına geri dönülmesi durumunda çok ağır saldırı ve asimilasyon politikalarıyla karşılaşacakları çok açık. Bu nedenle tüm Kürt aktörlerin, bir taraftan öz savunmalarını geliştirirken, diğer taraftan olabildiğince sakin ve itidalli davranması gerekiyor. Kürtler de şu an bunu yapmaya gayret ediyor. Hem Türkiye, İsrail ve ABD ile hem de Ortadoğu’da aktif diğer güç odaklarıyla ilişkilerini sürdürmeye ve olabildiğince dengeli davranmaya çalışıyorlar. Çünkü Türkiye ve İran gibi devletlerin, Kürtlerle olan sorunlarını savaş yoluyla çözmeye çalışmalarının yaratacağı yıkımı görebiliyorlar. Durum buyken Kürtlerin, Türkiye tarafından kurulan barış masasından uzak durması ya da bu masayı dağıtacak aksiyonlarda bulunması mümkün olamaz. Türkiye devleti bu süreci Erdoğan liderliğinde sürdürmekte kararlı görünüyor. Kürtlerin, biz Erdoğan’ı masada istemiyoruz demek gibi bir lüksleri maalesef yok. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki Kürt siyasi hareketi, bu meselenin silahla değil barışla ve Türkiye’nin demokratikleşmesiyle çözülmesi gerektiğini 1990’lardan bu yana söylüyor ve savunuyor. Kürt siyasi hareketinin bugün aldığı pozisyon, taktik bir adım değil uzun yıllara dayanan bir stratejinin sonucudur.
Bu noktada Türkiye’deki ulusalcı çevrelerin Kürtler konusundaki empatiden yoksun, saldırgan tavırlarını anlayabilsem de gerçekten demokrasi yanlısı pek çok insanın ve çevrenin, Kürtlerin içinde bulunduğu kritik ve hayati durumu görememelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Bu çevrelerin dile getirdikleri çekinceler, sorular ve güvensizlik hali elbette anlaşılabilir. Hatta bu çekincelerin ve güvensizliğin bir kısmını oldukça haklı buluyorum. Ancak “bu devletten barış çıkmaz” ya da “bu barış süreci değil Erdoğan’ın iktidarını sürdürme süreci” gibi yaklaşımlarla kenara çekilmek ve barışın yanında pozisyon almamak tam da tüm süreci rejimin ellerine teslim etmek anlamına geliyor. Barışın gerçekleşebilme olasılığını açık tutmak, bunun için bir şeyler yapmak ve inisiyatifi, tamamen çıkarlar ekseninde hareket eden devlete bırakmamak bunun için çok önemli.
Kürt siyasi hareketi ısrarla, barış sürecinin başarıya ulaşmasının ilk hedefleri olduğunu ancak demokratikleşme ve hukuk devleti olma yönünde adımlar atılmadığı sürece bu durumun kalıcılaşmasının mümkün olmayacağını söylüyor. Ancak çok açık ki Kürt siyasi hareketi için şu anda en hayati konu barışın kalıcılaşmasıdır. Çünkü diğer ihtimal yıkım, katliam ve soykırım sürecinin başlaması anlamına gelecektir. Kürt siyasi hareketini her fırsatta eleştirenlerin, barış süreci başarısız olursa ne olur sorusunu sormadıklarını düşünüyorum. Bir anlığına barış sürecinin başarısız olduğunu ve Türkiye’nin Rojava’ya saldırdığını düşünelim. Bunun yaratacağı yıkımı ve binlerce insanın hayatını kaybedeceğini öngörmek zor değil. Böyle bir durumda, örneğin Türkiye’de milyonlarca insan sokaklara dökülüp savaşa hayır mı diyecek yoksa “milli birlik ve beraberlik” adı altında Türk-İslamcı rejimin arkasında mı hizalanacak? İkincisinin olacağını hepimiz biliyoruz. Asıl böyle bir durumda Erdoğan ve Türk-İslamcı rejim otoriter restorasyonu kolayca tamamlayacak ve Türkiye’yi seçimli bir diktatörlüğe götürecektir. Asıl o zaman Erdoğan iktidarını garantileyecektir. Barış sürecinin devamı ve başarısı, demokrasinin gelişmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir şans yaratabilir. Ancak diğer seçenek kesinlikle diktatörlüğün tahkimi ve demokrasi şansının yıkımı anlamına gelir. Barış kalıcılaşırsa kesinlikle demokrasi gelir demiyorum ama demokrasi mücadelesi için bir şans doğar. Aksi durumda, yani savaş politikalarına geri dönüldüğü takdirde demokrasi için hiçbir şans kalmayacaktır.
Bu nedenle Türkiye’nin gerçekten demokratik, kültürel çoğulcu ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu bir ülke olmasını hayal edenlerin tek şansı barışın kalıcılaşmasıdır. Barış kalıcılaştığında -ki henüz yolun başındayız ve sürecin başarılı olacağının garantisi yok- gerçekten demokrasi mücadelesi veren tüm kesimlerle Kürtler zaten buluşup birlikte mücadele edeceklerdir. Ancak derdi Türk-İslamcı rejimi tasfiye edip “Türkçü vesayetçi modernizasyon” projesine geri dönmek olanların Kürtlerle bir araya gelmesi zaten mümkün olmayacaktır. Barış sürecinin kalıcılaşması Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için son şanstır ve bunu isteyen herkesin barışın kalıcılaşması için çalışması gerekir. Diğer ihtimal ise herkes için, sonunu öngörmenin mümkün olmadığı bir yıkım olacaktır.