1980 askeri darbesi sonrasında yaşananlar, Türkiye Devleti’nin kuruluşundan itibaren yapılmış en köklü restorasyonlarından birine sahne oldu. Bu süreçte, sosyal devlet ilkesi bir yana bırakılarak neoliberal dünya ekonomisiyle birleşme kararı alındı. 24 Ocak 1980’de ilan edilen ekonomik kararlar bunun ilk adımıydı. Ancak ülkedeki sendikal hareketin gücü ve sol siyasetin etkisi, bu kararların uygulanmasına imkân tanımıyordu. Devlet, askeri darbeyle bu engelleri ortadan kaldırdı ve Türkiye’nin neoliberal dünya ekonomisine dahil olma sürecini başlattı. Bu restorasyonun sol ve sosyal demokrat kadrolarla yapılmayacağı açık olduğundan, milliyetçi-muhafazakâr bürokrasi göreve getirildi. Dolayısıyla asker bürokrasi ile milliyetçi-muhafazakâr sivil bürokrasi, oluşturdukları ittifakla restorasyonu birlikte geliştirdi. Bu restorasyonun ideolojik ayağı Türk-İslamcılık iken ekonomik ayağı neoliberalizm oldu. Türkiye’nin Türk-İslamcı ve neoliberal restorasyonunun ANAP dönemiyle başladığı ve AKP dönemiyle zirveye çıktığı söylenebilir.

Neoliberal devlet anlayışı, her şeyden önce devletin ve toplumun tümüyle “ekonomikleştirme” ilkesi çerçevesinde yeniden inşa edilmesi pratiğine dayanır. Neoliberal devlet, toplumu ve bireyi pazar mantığına göre yeniden şekillendirirken, buna engel oluşturabilecek tüm kurumları tasfiye eder ve işlevsizleştirir.  “Kısaca; Neoliberalizm, devlet-toplum-birey ilişkisinin piyasanın ilkelerine göre yeniden düzenlenmesini ya da dönüştürülmesini hedefleyen kapsamlı ve bütünsel bir proje, hatta belli bir yaşam normudur. Bu norm, toplumsal yaşamın tüm alanlarını piyasa modeline göre yeniden yapılandırmakta ve bu çerçevede birey dahil her şeyi dönüştürmektedir. Bauman ve Bordoni’ye (2017:29) göre neoliberal akıl, devletin sosyal işlevlerini piyasa mekanizmalarına devrederek sorumluluğunu ortadan kaldırır; onun geleneksel ayrıcalıklarından vazgeçmesini sağlar ve bu ayrıcalıkların peyderpey özelleştirmesine yönelir. Bunun bir sonucu, devlete ait olan sorumlulukların çoğunu özel sektöre devreden bir devlet, ‘yönetme iddiasında olan ama sorumlu olamayan’ bir devlettir.”[1]Depremden sonra tek bir siyasetçinin ya da kamu görevlisinin sorumlu tutulmayıp, buna karşın iki yüz ellinin üstünde müteahhidin yakalanması ve adeta bir müteahhit avına çıkılması manidar bir durumdur. Devlet konuyla ilgili hiçbir sorumluluk almamakta ve tüm sorumluluğu müteahhitlere yüklemektedir. Yandaş medyada yapılan haberler izlendiğinde de oluşturulmaya çalışılan algının bu olduğu rahatlıkla görülebilir.

Neoliberalizmin, devleti ortadan kaldırdığı düşüncesi ise aslında kısmen doğrudur. Devlet, topluma karşı olan tüm sorumluluklarından kurtulup her şeyi özelleştirirken, başka bir deyişle sosyal devleti yok ederken, alt sınıflar ve muhalefet üzerinde güçlü bir baskı oluşturur. Yani neoliberal devlet, toplum üzerindeki baskı ve denetim araçlarını güçlü bir şekilde kullanmaya devam eder. Depremin ardından yüzün üstünde insan yaptıkları paylaşımlar nedeniyle göz altına alınmış ve bunlardan yirmi yedisi tutuklanmıştır. Bunun yanında çoğu Kürtlerle ilgili yayın yapan 340 URL adresine erişim engeli getirilmiştir. RTÜK pek çok kanala depremde yaptıkları yayınlar nedeniyle ağır cezalar vermiştir. Yine depreme ilişkin gösteri ya da basın açıklaması yapmak isteyen insanlara polis saldırmış, pek çok insan işkence edilerek gözaltına alınmıştır. Özetle, topluma karşı görevleri söz konusu olduğunda yok edilen devlet, toplumu kontrol etme ve baskı uygulama konusundaki kapasitesini kaybetmemiş tam tersine güçlendirmiştir. Neoliberal devlet yapısını, son bir ayda yaşadıklarımızdan daha iyi ne anlatabilir ki?

AKP döneminde zirveye ulaşan neoliberalleşme pratiklerinin etkilerini pandemi döneminde açıkça görebilmiştik. Ancak 6 Şubat 2023’te yaşanan deprem felaketi, durumun vahametini ve devletin tüm kurumlarının kar elde etme amacı taşıyan şirketlere ve kadroların doldurulduğu arpalıklara dönüştürüldüğünü açıkça ortaya koydu. Depremden sonra AFAD ve Kızılay’ın ortada görünmemesi ve yaşanan büyük organizasyonsuzluk ilk dikkati çeken durum oldu. AFAD’da görev yapan il müdürlerinin neredeyse tümünün arama kurtarma ile hiçbir ilgisinin olmadığı ve çoğunun din görevlisiyken buraya atandığı görüldü. Örneğin AFAD Tekirdağ İl Müdürünün Ensar Vakfı  Şube kurucusu ve eski bir imam olduğu gazetelere yansıdı. AFAD’ın afetle ilgili gerekli çalışmaları ve hazırlıkları yapmamış olması bir yana, deprem sonrası organizasyonu bile sağlayamaması büyük bir tepkiye neden oldu.

Kızılay’la ilgili ortaya çıkan skandallar ise, Kızılay gibi bir yardım kurumunun bile nasıl şirkete dönüştürülebildiğini gösterdi. 2019 yılı itibariyle Kızılay yardım faaliyetlerini kurduğu on bir şirket üzerinden yönetmeye başladı. Ayrıca Kızılay’a ait tüm hastaneler, depolar ve fabrikalar da bu şirketlere devredildi. Bununla birlikte bu şirketler adeta AKP’nin arpalığına dönüştürüldü ve çok sayıda insan bu şirketlerin yönetimine atandı. Bu kişiler yüksek maaşlar alırken bir kısmı da “huzur hakkı” adı altında Kızılay’dan çok yüksek meblağlar almaya başlamışlardır. Kızılay’ın şirketlere bölünmesi ve yönetim yapısının bu şirketlerdeki yöneticilere devredilmesi, bir yardım kuruluşu olma özelliğini ortadan kaldırdı, Kızılay’ı kâr amaçlı bir şirkete dönüştürdü. Kızılay bir yardım kuruluşu olarak geliştirdiği tüm organizasyonu bıraktı ve şirketleşti.

Kızılay’ın ilk günlerden itibaren ortalıkta görünmemesi ve yaşanan sorunlar tepki çekmiş ve bu tepkiler pek çok yerde dile getirilmişti. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan bir açıklama yaparak, Kızılay’ı eleştirenleri hedef aldı. Çok ağır hakaretler ederek, Kızılay’ın ilk günden itibaren bölgede olduğunu ve çalıştığını söyledi. Erdoğan konuşmasında “Terbiyesiz, terbiyesizliğini bırakmaz. Çıkmış bir tanesi ‘Kızılay nerede’ diyor. Be ahlaksız, be namussuz, be adi… Böyle vicdansızlık olur mu?” diyerek Kızılay’ı eleştirenlere hakaretler yağdırdı. Ancak bir süre sonra Kızılay’ın deprem sırasında nerede olduğu ortaya çıktı.

Kızılay’la ilgili olarak ortaya çıkan ilk haberler büyük bir şaşkınlığa yol açtı. Kızılay depremden sonra, elinde bulunan çadırları bölgeye göndermek yerine, bölgeye çadır göndermeye çalışan sivil toplum kuruluşlarına satmayı tercih etmişti. Gazeteci Murat Ağırel Kızılay’ın depremin üçüncü günü AHBAP’a 46 milyon TL tutarında çadır sattığını ortaya çıkardı. Yani depremden kurtulan ve soğukta çadır bekleyen insanlar varken, Kızılay bu insanlara çadır göndermek yerine, bu çadırları satmayı tercih etmişti. Olay bununla da bitmedi çok kısa süre başka skandal gelişmeler ortaya dökülmeye başladı. Kızılay bölgede faaliyet yürütmek için çadır arayan Eczacılara da çadır satmıştı. Bu gelişmelerin ardından açıklama yapan Kızılay Başkanı Kerem Kınık, satışların yapıldığını kabul ederek bu satışların “hem ahlaki hem akılcı hem de yasal” olduğunu söyledi. Öyle ya Kızılay artık bir şirketti ve bu fırsattan yararlanarak kâr etmesinin ne mahsuru vardı? Kızılay’ın yaptıkları bu kadar da değildi, bir süre sonra, afet dönemleri için depolanan kuru gıdaların ve depremzedelere gönderilen ikinci el kıyafetlerin de satıldığı ortaya çıktı. Neoliberal devletin yol açtığı sefalet, Kızılay örneğinde yaşanan rezaletle bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu.

Mayıs seçimlerinde yaşanacak olası bir hükümet değişimi sonrası, iki meselenin belirleyici olduğu görülüyor. Bunlardan biri Kürt meselesinin demokratik çözümü, diğeri ise neoliberal politikaların terk edilerek sosyal devletin yeniden inşa edilmesi. 1980 askeri darbesinin kurduğu Türk-İslamcı neoliberal devletin tasfiyesi ancak bu yolla gerçekleşebilir. Olası bir iktidar değişiminde bu adımlar atılmazsa ve bu konuda bir baskı oluşturulmazsa, 80 darbesinin inşa ettiği devletin ufak farklarla yoluna devam edeceğini öngörmek zor değil.

[1] Gülise Gökçe, Orhan Gökçe, “Neoliberalizmin siyasal, Yönetimsel ve Toplumsal Olana Etkileri”, Türk İdare Dergisi, sayı: 494, Haziran 2022, sayfa 140. http://www.tid.gov.tr/kurumlar/tid.gov.tr/tum-sayilar(2)/2001-2025/2022/Haziran/5NEOLIBERALIZMIN-SIYASAL-YONETIMSEL-VE-TOPLUMSAL-OLANA-ETKILERI.pdf