22 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin PKK’ye yönelik silah bırakma çağrısı, Kürtler için tarihi bir sürecin başlangıcı oldu. Bu çağrının ardından Bahçeli’nin çizdiği “Terörsüz Türkiye” paradigması çerçevesinde, devletin ilgili kurumları ile Abdullah Öcalan arasında İmralı üzerinden yeniden görüşmeler başladı. Görüşmelerde Öcalan, süreci “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” olarak tanımladı; çözümün Meclis çatısı altında, yasal güvencelerle yürütülmesi gerektiğini vurguladı. DEM Parti başta olmak üzere çeşitli siyasi aktörlerle istişareler yürütüldü, İmralı Heyeti yeniden faaliyete geçti. Bu temaslar sonucunda 27 Şubat 2025’te Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” kamuoyuna açıklandı. Ardından PKK, olağanüstü kongresini toplayarak silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ve örgütsel yapısını feshettiğini ilan etti. Sürecin sembolik doruk noktası ise 11 Temmuz 2025’te, PKK’li 30 kişilik bir grubun Süleymaniye’nin Casene Mağarası’nda silahlarını bırakarak kendilerini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlamalarıyla yaşandı.

Bu gelişmeler, Kürtlerin Türkiye’deki siyasal ve toplumsal konumları açısından yeni bir dönemin başladığını açıkça ortaya koyuyor. Barış gündemi, farklı kesimlerce yoğun biçimde tartışılıyor; çok sayıda yorum ve değerlendirme yapılıyor. Ancak bu yazı, tartışmayı daha özgün bir zeminden kurmayı amaçlıyor. Yazının amacı, sürecin arka planını ya da yüksek siyasetteki yansımalarını ele almak değil. Devletin bu süreci neden ve nasıl bir politika hâline getirdiği, dış politikanın etkileri ya da siyasi partilerin söylemleri bu metnin kapsamı dışında kalacak. Bunun yerine, toplumun tabanında barış sürecinin nasıl karşılandığı, özelde ise seküler ve ulusalcı Türk kesimin tepkileri ile Kürt toplumunun bu tepkiler karşısındaki pozisyonu anlaşılmaya çalışılacak. Bu çerçevede, geleceğe dair nasıl bir diyalog zemini kurulabileceği de tartışmaya açılacak. Çünkü hedeflenen “toplumsal barış”, yalnızca silahların susmasıyla değil; farklılıklarına rağmen bir arada durabilen, birbirini anlamaya çalışan bir toplum yapısıyla mümkündür. İktidarın medya desteğiyle pekiştirdiği ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici dilin ötesine geçip, gerçek anlamda birbirimizi dinlemeye başlamamız gereken bir dönemdeyiz. Bu yazı, barış sürecinin toplumsal karşılığını farklı kesimlerin gözünden değerlendirerek, okuyucusuna hem sorular sordurmayı hem de farklı bakış açılarına karşı empati geliştirme imkânı sunmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, süreci belirleyen iki temel toplumsal aktörün -“Seküler Türkler” ile “Kürt toplumu”- bu dönemde verdikleri tepkiler üzerinden tartışmaya başlayabiliriz. “Seküler Türkler” ifadesiyle geçen kesimi temelde ikiye ayırarak ele almak daha doğru olabilir; çünkü bu grup içinde demokrat eğilimli olanlarla dogmatik/ulusalcı olanların süreçle ve Kürt toplumuyla kurdukları ilişkiler farklılık gösterebiliyor. Anlatımın daha net olması adına bu iki farklı eğilim, yazı boyunca “Ulusalcı Sekülerler” ve “Demokrat Sekülerler” olarak anılacak.

Ulusalcı Sekülerler ve Barış Süreci

Öncelikle, “Ulusalcı Sekülerler”in temel eğilimleri ile Kürtlerle kurduğu ilişki ve PKK’nin silah bırakmasıyla başlayan uzlaşı sürecine dair tepkilerini ele alacağız. Bu kesim, Kürt hareketini Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına ve ulusal bütünlüğüne yönelmiş bir tehdit olarak görme eğilimindedir. Atatürk’ün ulus-devlet anlayışını “tek dil, tek bayrak, tek millet” ilkesiyle yorumlayan bu yaklaşım, tüm yurttaşların bu temel değerleri koşulsuz kabul etmesini bekler. Ancak bu anlayış, tarihsel olarak farklılıkları bastıran, çoğulluğu kontrol altına alan ve aidiyetleri tektipleştirmeye çalışan bir siyasal zihniyeti de beraberinde getirmiştir.

Bu bağlamda Kemalizme bağlı bazı kesimlerin tutumlarını sosyolojik bir çözümlemeyle anlamak mümkündür. Atatürk, bu çevrelerde sadece tarihsel bir lider olarak değil; aynı zamanda karizmatik ve dokunulmaz bir figür olarak algılanır. Bu durum, Max Weber’in tanımladığı “karizmatik otorite” kavramıyla açıklanabilir. Weber’e göre karizmatik liderler, olağanüstü özellikler atfedilen figürlerdir; kriz anlarında sahneye çıkar, mevcut kuralları aşarak takipçilerini peşinden sürükler. Bu otorite, hukuk ya da gelenekle değil, lidere duyulan “inanç”la meşrulaşır. İslamiyet Müslümanlar için nasıl vazgeçilmez bir inançsa, Atatürkçülük de bu kesim için benzer bir işlev görür. Türkiye’de Atatürk figürü etrafında inşa edilen düşünsel yapı, çoğunlukla bu otoriter karizma biçimine dönüşerek sorgulanamazlık düzeyine ulaşabilmektedir.

Dünyada ulus-devlet paradigmasının krize girdiği bir dönemde, Atatürkçü ulus-devletin bekasını esas alan bu yaklaşım, Türkiye’de bazı kesimler tarafından hâlâ değişmeden sürdürülmektedir. Özellikle orta yaş üstü, kentli, seküler tabanda yer alan gruplarda bu sorgusuz sadakatin hem siyaset hem de gündelik yaşamı belirlediği görülmektedir. Bu kesimin, iktidar karşıtı birkaç medya kanalı ve kanaat önderi aracılığıyla bu paradigmayı demokratik zeminde buluşulabilecek kitlelere AKP karşıtlığı çerçevesinde empoze etme riski de mevcuttur. Bu durumun en belirgin sonucu ise, barış süreci gibi toplumsal dönüşüm fırsatlarının tümden reddedilmesidir. Bu kesim için barış, AKP ile Kürtler arasında yapılan bir “pazarlık” olarak algılanmakta ve dolayısıyla meşru görülmemektedir.

Zira hem AKP hem de PKK, bu çevre tarafından “rejim ve Atatürk düşmanı”, ayrıca “anti-laik” olarak kodlanmaktadır. Atatürk ilke ve inkılaplarını sorgulamak ya da “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememek, bu zihniyetin kabul edebileceği bir şey değildir. Bu nedenle, muhafazakâr “irticacı” bir iktidarın “terörist” Kürtlerle birlikte kuracağı toplumsal barış girişimlerine bu kesimin destek vermesini beklemek gerçekçi değildir.

Bu noktada, “Demokrat Sekülerler” olarak tanımlayacağımız kesime önemli sorumluluklar düştüğü açıktır. Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumsal yapının birçok alanında belirleyici olan “Ulusalcı Seküler” zihniyetin, günümüzde demokratik dönüşümü benimseyen bir çizgiye evrilmesi yönünde çaba gösterilmesi büyük önem taşımaktadır. Kürt toplumu açısından ise bu kesimle doğrudan bir yakınlık ya da ortaklık ilişkisi kurulamayabilir. Ancak demokrasinin yalnızca devlet ile yurttaş arasındaki ilişkilerle sınırlı olmadığını, aynı zamanda halkların birbiriyle kurduğu ilişkiler bütününü kapsadığını unutmamak gerekir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, bizzat “Ulusalcı Sekülerler” öncülüğünde yürütülen “Kürtleri yok sayma” siyasetine duyulan öfke anlaşılabilir olsa da sağduyuyu elden bırakmamak gerekir. Kürt siyasi hareketi hem kendi tabanına hem de seküler kesime, ulus-devletin günümüzde hem Kürtler hem de Türkler açısından bir çıkış üretmediğini; demokratik bir toplumsal dönüşümün Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun vadeli refahı ve istikrarı için vazgeçilmez olduğunu; amacın seküler idealleri yok etmek değil, aksine onları daha yapıcı bir yönde yeniden konumlandırmak olduğunu sabırla ve ısrarla anlatmaya devam etmelidir.

Demokrat Sekülerler ve Barış Süreci

Elbette seküler Türk kamuoyunun tamamını yukarıda tarif edilen statükocu, otoriter ve dogmatik kalıplarla tanımlamak doğru olmaz. Türkiye tarihinde demokratik tartışma zeminleri oluşturan, farklı görüşlere ve çoğulculuğa farklı düzeylerde tolerans gösteren, yazı içinde “Demokrat Sekülerler” diye tanımlayacağımız bir kesim de vardır. Bu noktada, özellikle 2000’li yıllardan itibaren seküler kesimin AKP iktidarına karşı konumlanarak siyasal ve toplumsal kimliğini bu karşıtlık üzerinden inşa ettiğini belirtmek gerekir. Bu çerçevede sekülerlik, yalnızca laik yaşam tarzını savunmakla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda AKP’nin otoriterleşen iktidar pratiğine, dini siyasallaştırmasına ve demokratik kurumları zayıflatmasına karşı bir direniş biçimine dönüşüyor. Bu direniş pratiği, zaman zaman Kürt siyasi hareketiyle de kesişen bir tarihsel ortaklık zemini üretmiştir. Özellikle 2007 sonrasında anayasa değişiklikleri, yargı bağımsızlığının zedelenmesi ve ifade özgürlüğüne dönük baskılar karşısında hem “Demokrat Sekülerler” hem de Kürt hareketinin aynı hak temelli söylemleri yükselttiği; Gezi Direnişi ya da seçim süreci gibi dönemlerde benzer talepler etrafında buluşabildiği görülmüştür. Dolayısıyla sekülerliğin bu direniş biçimi, aynı zamanda Kürtlerle demokratik değerler temelinde biraradalık potansiyeli taşıyabilecek bir zemin de yaratmıştır.

Ancak sekülerlerin AKP karşıtlığı üzerinden yürüttüğü söylemlerin zaman zaman kendi başına bir siyasal pozisyona evrildiğini de söylemek gerekir. Seküler kesimin önemli bir bölümü, neye karşı oldukları konusunda son derece net iken, neyin yanında duracaklarını tanımlamakta daha çekingen, çoğu zaman da tepkisel kaldı. Bu nedenle siyasal enerjilerini çoğunlukla AKP karşıtı protesto ve eleştirilere yöneltip, yapıcı ya da dönüştürücü toplumsal projelerde daha sınırlı kaldılar. Sonuç olarak seküler yaşam tarzı, savunmacı bir refleksle içe kapanırken, yeni toplumsal dinamiklerle bağ kurmakta zorlandı. Bu durum, barış gibi kolektif gelecek tahayyülleri karşısında da mesafeli ve kuşkucu bir tutumun zeminini hazırladı.

Özellikle 19 Mart 2025 sonrası yaşanan siyasi gelişmeler  -CHP’li belediyelere kayyum atanması, tutuklamalar, yargı kıskacıyla sindirme girişimleri- seküler tabanda AKP’ye yönelik öfke ve güvensizliği katbekat artırmış durumda. Bu durumun bir sonucu olarak, aynı döneme denk gelen barış süreci, geniş bir seküler kamuoyunda “karşıtlıkla” değilse bile kuşkuyla karşılandı. Bu kuşku ise çoğu zaman şu yanlış önermeye yaslandı: “Kürtler AKP’yle işbirliği yaparak CHP’yi yalnız bıraktı.”

Bu söylemin yaygınlaşması, sadece seküler kesimin kendi travmalarından değil; aynı zamanda Kürt hareketinin yaşadığı tarihsel mücadele sürecinin yeterince bilinmemesinden de kaynaklanıyor. Özellikle 2000’li yıllarda doğmuş seküler gençliğin protestolarda boy gösterdiğini düşünürsek, toplumsal ve tarihsel bilgi kaynaklarının iyice aşındığı bir dönemde büyüyen bu gençliğin bilgi eksikliğinin nedenlerini daha iyi anlamlandırabiliriz.

Oysa Kürt hareketi açısından bu süreç, herhangi bir iktidarla ittifak ya da uzlaşma zemini değil, ağır bedellerle sürdürülmüş bir demokrasi ve barış mücadelesinin yeni bir evresidir. Yıllarca süren baskılar, parti kapatmalar, tutuklamalar, kayyum atamaları Kürt hareketini farklı bir arayışa zorlamış; şiddet ve çatışmanın değil, demokratik temsilin ve müzakerenin önünü açma yönünde bir stratejiye yöneltmiştir. Unutulmamalı ki Kürtler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren inkâr ve asimilasyon politikalarıyla karşılaşmış; PKK’nin ortaya çıkışı da bu baskıların bir sonucu olarak şekillenmiştir. Ulus-devletin kurucu ideolojisi, Kürt kimliğini kriminalize etmiş, bu halkın kendi kaderini tayin hakkını reddetmiştir. Kürtler, zamanla bu paradigmayı aşmak ve demokratik bir çözümün mümkün olup olmadığını test etmek için mücadele alanını genişletmiş; AKP’nin ilk yıllarındaki kısmi reformculuğunu da bu çabanın bir parçası olarak değerlendirmeye çalışmıştır. Ancak bugün Kürt siyasetinin tutumu, AKP’ye mutlak güvene değil, tarihsel tecrübenin getirdiği temkinli bir sağduyuya dayanmaktadır. Sürece dair eleştiriler saklı tutulmakla birlikte, halklar arasında oluşabilecek diyaloğun önünü açmak; şiddetin değil, siyasetin meşru alanını güçlendirmek hedefleniyor. Bu, Erdoğan rejimine destek anlamına gelmez; tıpkı 2013 sürecinde olduğu gibi, toplumsal barışın gücünü devlete rağmen örgütlemeye çalışmak anlamına gelir. Yani mesele, “AKP’ye destek” değil, “çatışmasız bir geleceği halklar arasında kurma” iradesidir. Bu noktada Kürtlerin bu tarihsel ve toplumsal temellendirmeyi “Demokrat Seküler” tabana anlatmanın yollarını bulması çok önemli bir yerde durmaktadır. Aksi hâlde, bu taban hem ezberinde olan hem de “Ulusalcı Sekülerler”den oluşan abi/ablalarından gördüğü dogmatik Kemalizm anlayışıyla her şeyi anlamlandırmaya teşne olacaktır. Eğer diyalog kurulamazsa, aslında demokratik mücadele sürecinde bir arada durulabilecek bir kitlenin, kayıp vaka olarak tanımlanabilecek ulusalcı kemik ideologların söylemlerine kendilerini kaptırması an meselesi olabilir. Öte yandan, Kürt hareketinin gerçekliğini “Demokrat Seküler” tabana anlatmanın yolu bulunursa, antidemokratik iktidardan yılmış bu kesim büyük ihtimalle içinde bulunduğu sıkışmışlık hâline karşı bir çıkış noktası oluşturabilecektir.

Sonuç olarak, bugün Türkiye tarihsel olarak yükünü taşıdığı çatışmaları yeniden düşünme ve dönüştürmenin sorgulanacağı bir “toplumsal barış” sürecinin eşiğindedir. Kürt hareketinin barış yönünde attığı adımlar; silahlı mücadele yerine demokratik siyaset yolunu tercih etmesi, sadece Kürtler için değil, Türkiye toplumunun tamamı için yeni bir başlangıç olasılığı sunuyor. Bu süreci, iktidarın kısa vadeli politik çıkarlarıyla sınırlamak ya da geçmişteki örneklerle benzeştirerek küçümsemek yerine; olası bir demokratik dönüşümün ilk halkası olarak okumak gerekiyor. Bu dönüşümün toplumsal bir karşılığı olabilmesi için, Türkiye’nin örgütlü iki büyük toplumsal gücü -Kürt Hareketi ve Demokrat Sekülerler- arasında yeni bir diyalog hattı kurulmalıdır. Bu hattın temelinde, karşılıklı suçlamalar, tarihsel küskünlükler ya da siyasal faydacılıklar değil; eşit yurttaşlık, kültürel çoğulculuk, adalet ve özgürlük gibi evrensel değerler yer almalıdır. Kürt hareketi ve seküler kesim arasında kurulacak diyalog zemini, yüksek siyaset söylemlerinden arındırılarak, ortaklaşılan toplumsal sorunlara dair bir aradalığı vurgulayacak şekilde inşa edilebilir. Barış, sadece savaşın bitmesi değil; eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve inkârın sona ermesiyle mümkün olabilir. Ve bu ancak farklı kimliklerin, farklı acıların ve farklı umutların ortak bir gelecek tahayyülünde buluşmasıyla sağlanabilir. Bu yazı, tam da bu ihtimale bir kapı aralamayı, okuru kendi mahallesinden başlayarak başka bir “biz”in mümkün olup olmadığını düşünmeye davet etmeyi amaçlıyor. Çünkü eğer bu ülke gerçekten bir gün barışacaksa, bu barış sadece devletle halk arasında değil, halkların kendi arasında inşa edilecektir.