Siyaset sahnesinde bir süredir yaşanan ani ve görece radikal gelişmeler Kürdi gündemi takip etmeyi, yorumlamayı, dahası odak noktalarını seçmeyi giderek zorlaştırıyor. Örneğin bir yanda HTŞ ve SDG arasındaki çatışma haberleri gelirken, diğer yanda ABD öncülüğünde, Rojava askeri yapılanmasının Suriye ordusunun bel kemiğini oluşturacağına dair önemli düzenlemelerden söz ediliyor. Türkiye’deki sürecin mimarlarından MHP lideri Devlet Bahçeli, Rojava’ya silahları mutlak suretle bırakma çağrısı yapıyor; buna mukabil General Mazlum, tarihin bir cilvesi olarak, Türkiye’nin yakın dönem Ortadoğu siyasetine damgasını vuran “stratejik derinlik” doktrininin mimarı Davutoğlu’nun da katılacağı bir konferansta konuşuyor. Selahattin Demirtaş’ın rehineliğine son verilmesi bekleniyor, Esenyurt’un seçilmiş Belediye Başkanı Ahmet Özer salıveriliyor. Meclis komisyonunun Abdullah Öcalan’ı ziyareti tartışılırken, Bahçeli üç arkadaşı ile İmralı’ya gidebileceğini açıklıyor. Umut hakkını MHP destekliyor. PKK Zap’tan çekiliyor. Meclis tutanaklarına Kürtçe ilk kez giriyor, iki saat sonra giriş yaptığı tutanaklardan çıkarılıyor…

Baştan belirtmem gerekir ki bu yazı, son on günde yaşanan ve yukarıda rastgele sıralanan gelişmeleri yorumlama amacı taşımıyor. Asıl niyet; Abdullah Öcalan tarafından İmralı görüşmeleri ve aile ziyaretlerinde defalarca dile getirilen, ancak gündelik siyasi gelişmelerin gölgesinde kaldığı için yeterince vurgu almadığını düşündüğüm bir tartışmaya katkı sunmak: Taban örgütlenmesi.[1]

Yüzeysel bir bakışla, Öcalan’ın taban örgütlenmesine yaptığı vurgu garip gözükebilir. Zira Kürtlerin, yaşadığı ülkelerdeki hiçbir halkla karşılaştırılamayacak ölçüde dinamik ve kolektif refleks geliştirebilen bir toplum olduğu bir gerçek. Uzağa gitmeye gerek yok; Koma Amed’in yıllar sonra Diyarbakır’da verdiği konsere on binlerce kişinin katılımı bile önemli bir gösterge sayılabilir. O halde neden Abdullah Öcalan taban örgütlenmesine vurgu yapma ihtiyacı hissediyor?

Tek başına Koma Amed konserine ya da Newroz kutlamaları gibi Kürt toplumunun topyekûn kulak verdiği olaylara odaklanmak, toplumsal katılımı ve örgütlülüğü değerlendirme hususunda yanıltıcı olabilir. Bu organizasyonlara katılım, taban örgütlenmesi adına umut vadeden bir potansiyele işaret etse de, bu örgütlenmenin aktif biçimde hayata geçirildiğini kanıtlamaz. Nitekim, 300 bin kişinin katıldığı söylenen Diyarbakır’daki Koma Amed konseriyle aynı gün; İstanbul Esenyurt gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı bir ilçede, “Ekmek, barış, adalet ve özgürlük için birlikte mücadeleye” şiarıyla düzenlenen mitinge sadece 3 bin kişinin katılması, madalyonun diğer yüzünü gösteren çarpıcı bir örnek. Açık ki, Abdullah Öcalan yerel örgütlülüğe ve taban siyasetine vurgu yaparken 300 bin kişiden ziyade 3 bin kişinin gör dediğine bakıyor. Esenyurt’taki katılımın bu kadar düşük olması tekil bir örnek değil. Geçtiğimiz günlerde Faik Bulut tarafından yazılan “Yerel demokrasi, kent ve barış etkinlikleri hakkındaki izlenimlerim” yazısı sorunun daha genel bir boyut taşıdığını söylüyor.[2]

Kürt Özgürlük Hareketi’nin taban örgütlenmesinde yaşadığı zorlanmanın, yakın tarihi ilgilendiren çeşitli nedenleri var. Bu noktada, Türk Devletinin Kürt Özgürlük Hareketine yönelik sistematik bir biçimde yürüttüğü kapsamlı operasyon, PKK’nin stratejik önceliklerini yeniden tanımlayarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a biçtiği yeni rol ve Kürt toplumundaki sosyolojik dönüşüm üzerine kafa yormak faydalı olabilir.

Bilindiği gibi, 2015 yılında sonlandırılan çözüm sürecinin ardından devlet, Kürt siyasi kadrolarına yönelik yoğun bir tutuklama furyası başlattı. Bu tutuklamalar nedeniyle toplumsal çalışmalarda sorumluluk alan çok sayıda deneyimli kadro ya ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ya da cezaevine gönderildi. Böylece ciddi bir birikim de pasifize edilmiş oldu. Eş zamanlı olarak bölgedeki İslamcı yapılara taban oluşturmaları için örgütlenme alanı açıldı. Bu çabaların sonucunda çeşitli dini cemaatlerin ve Hüda-Par gibi yapılanmaların görünürlüğü arttı. Suriye’deki cihatçı örgütlere katılanların Kürdistan’da çoğalmaya başlaması, devletin açtığı bu alana dair önemli bir gösterge olarak değerlendirilebilir. AKP kadroları ve parti ile bütünleşmiş devlet görevlileri, 15 Temmuz 2016 sonrasının getirdiği olağanüstü koşullarda herhangi bir denetimden azade, ekonomik ve siyasi olarak son derece güçlü bir pozisyona yerleştiler. Bu güç, küçük il ve ilçeler dikkate alındığında toplum tabanına baskı kurmakta etkili oldu. Bu baskıya rağmen seçim sonuçlarında beklenilen değişiklik olmayınca Kürt belediyeleri kayyum marifetiyle gasp edildi. Organize suç örgütleri eliyle çeteleşme de yine bu dönemde Kürdistan’da giderek artmaya başladı. Genel hatlarıyla çizilen bu tabloya bir bütün olarak bakıldığında, örgütlülüğün dağıtılmasına yönelik devlet tarafından son derece planlı ve çok yönlü bir tasfiye hareketinin yürütüldüğünü söyleyebiliriz.

Toplumsal örgütlenmenin zayıflamasının bir diğer nedeni ise PKK’nin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a biçtiği yeni rol. PKK 2013’te başlayan Suriye iç savaşı sonrasında Rojava’nın korunmasını stratejik öncelik olarak tanımlayarak diğer parçalardaki güçlerini bu stratejik hedefe destek sunmak üzere organize etti. Nitekim, çözüm sürecinin dağılmasının ardından başlayan hendek savaşları ile Türkiye Kürdistanı, Rojava’yı boğmak için fırsat kollayan Türk Devleti için bir ön cephe olarak kurgulandı. Ne var ki, bu strateji Kürt kentlerinde korkunç bir yıkıma ve sayısız can kaybına neden oldu. Hatırlanacak olursa üst düzey PKK yöneticileri, devletin gösterdiği nitelikte bir karşı saldırı beklemediklerini beyan ettiler. Gelinen noktada toplumun göz ardı edilemeyecek bir bölümü, hareket tarafından alınan “devrimci halk savaşı” kararını ve yıllarca devletle savaşmış yöneticilerin “beklenmedik saldırı” açıklamasını sorguladılar. Nitelikli bir özeleştiri verilmemesini ise bir sorumsuzluk ve hayal kırıklığı olarak not ettiler. Yaşanan yıkımın ardından Kürt Özgürlük Hareketi tarafından askeri ve siyasi faaliyetler Türkiye’de minimize edildi. Harekete göre Türkiye’deki durum ancak ve ancak AKP-MHP bloğunun tasfiyesi ile düzelecekti. Bu da yakın bir gelecekte mümkün gözükmüyordu. Dolayısı ile enerji ve odağını Rojava’ya yönelten, Türkiye’de ise aslolarak varlığını korumayı ve AKP-MHP bloğunun seçim ittifakları yoluyla güç kaybetmesini merkeze alan bir strateji izlendi.[3] Sonuç olarak, hem devletin yukarıda özetlenen çok yönlü tasfiye politikası hem de Kürt Özgürlük Hareketinin var olanla yetinen ve Rojava’yı önceleyen stratejik tercihi toplumsal örgütlenmenin tümüyle dağılmasa da zayıflamasında pay sahibiydi.

Taban örgütlenmesinin zayıflamasının bir başka nedeninin ise sınıfsal ve mekansal değişim ile alakalı olduğu söylenebilir.  Bir alt sınıf hareketi olarak doğmuş ve gelişmiş Kürt Özgürlük Hareketinin kültürel ve siyasal söylemini zaman içerisinde orta sınıflar belirlemeye başladı. Cuma Çiçek, yerinde bir değerlendirmeyle bunun sonuçlarını şöyle açıklıyor: “Kürt itirazı içerisinde genel olarak sınıf siyasetinin zayıflaması, meselenin kimlik ve şiddet boyutlarıyla sınırlandırılması; siyasal katılım, güç paylaşımı, kaynak bölüşümü gibi boyutların siyasal gündemin gerilerine düşmesi esas olarak bu orta sınıflaşma sürecinin sonuçları olarak okunabilir.[4] Siyasi kadrolardaki bu orta sınıflaşmanın ve söylemin ağırlıklı olarak kimlik/şiddet eksenine sıkışmasının; Kürt toplumunun gündelik sorunlarına dair samimi söz ve eylem üretme kapasitesini sınırladığı, bunun da toplumun bir bölümü tarafından fark edildiği ve dahi yadsındığı söylenebilir. Yine Cuma Çiçek’e referansla Diyarbakır’a bakacak olursak; “Türkiye’nin en yoksul ve en yoksun 100 ilçesi içerisinde Diyarbakır’dan 10 ilçe, en yoksul ve en yoksun 30 ilçesi içerisinde ise Diyarbakır’dan 5 ilçe bulunuyor.”[5] Mekânsal olarak ise artan metropolleşmeyle birlikte şehir merkezlerinde ve büyük şehirlerde yaşayan Kürtlerin sayısı her geçen gün arttı. Kürt toplumunun önemli bir kesimi ise bu noktada çeşitli dezavantajlarla karşı karşıya kalmakta. Örneğin, Kürt dilin kullanımı -en iyi ihtimalle- belli mekanlarla sınırlanıyor, kültürü yaşatacak aktivite ve etkinliklere katılım azalıyor, dayanışma olanakları mekânsal dağınıklıktan dolayı kısıtlanıyor, iş bulma, eğitim, barınma, güvenlik gibi güçlükle karşılanan temel yaşamsal ihtiyaçlar öne çıkıyor. Tüm bu hayat gailesinin ortasında temel ilişkiler kurulamaz ise toplumsal örgütlülük zayıflıyor, buna mukabil asimilasyon tehdidi önemli ölçüde artıyor.

Öte yandan, toplumun sorunlarını merkeze alan örgütlenmelerin toplumla bağ kurma konusunda son derece dinamik ve yaratıcı olabildiği söylenebilir. Bir süredir gösterdiği kahramanlıkla ve yarattığı modelle Kürt toplumuna umut olan Rojava’yı ele alalım. Rojava’da soykırım tehlikesine karşı seferberlik ilan edildiğinde, toplum büyük bir bölümü tecrübeli kadroların öncülük ettiği öz savunma sürecine katıldı ve akabinde öz yönetim kurumlarında sorumluluk aldı. Bu süreç, bütün imkansızlıklara rağmen, acil toplumsal ihtiyacın doğru tanımlanması ve buna uygun stratejiler geliştirilmesi halinde nasıl sonuçlar alınabildiğini çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Diğer bir örnek şu günlerde çokça tartışılan New York seçimlerinden verilebilir. Zohran Mamdani’nin seçim başarısının ardında halkın sorunlarına odaklanan somut vaatlerinin önemli bir payı var.  Kira artışlarını dondurmak, ulaşımı hızlı ve ücretsiz hale getirmek, Toplum Güvenliği Departmanı kurmak, ücretsiz çocuk bakımı hizmeti sunmak, bütçe dostu evler üretmek bu vaatlerden bazıları.[6]

Öz yönetime dayalı örgütlenmelerin ve katılımcı siyasi yapıların inşasında biricik sorumlu öncü siyasi kadrolar değil elbette. Bu kadrolar ve toplumun geri kalanı arasında keskin çizgilerle ayrım yapmak hem gerçekçi olmaz hem de toplumsal hiyerarşiyi yeniden üretme potansiyelinden dolayı tehlikeli bir eğilimdir. Dolayısıyla örgütlenmeleri hayata geçirmenin bir bütün olarak toplumum sorumluluğunda olduğunu unutmamak gerekir. Birilerini “çoban”, geri kalanları ise “sürü” yerine koyan anlayış, özünde devletçidir. Bir projenin hayata geçirilememesi, elbette içeriği ve ölçeğiyle ilgilidir, ancak tek başına siyasi hareketin sorumluluğunda değildir.  Önümüzdeki süreç, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın işaret ettiği gibi Kürt Özgürlük Hareketinin çoğulluğunu ve merkezsizliğini daha çok tartışacağımız bir süreç olacağa benziyor.[7] Bu çoğulluk ve merkezsizlik dikkate alındığında; “göklerden gelecek bir emirle” bir şeylerin yapılmasını beklemektense, toplum tabanının inisiyatif almaya teşvik edilmesi / toplum tabanının inisiyatif alması sürecin temel yapı taşı olacak.

Hatırlayacak olursak 2000li yılların başlarında 3. Alan teorisi Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılmıştı. Öcalan İmralı görüşme notlarında 3. Alanı şöyle tanımlamıştı: “3. Alan denilen şey demokratik siyaset(tir.) …Toplumun ekonomik çevreleri, ticaret odaları, dernekler, demokratik kooperatifler, spor sanat birlikleri, tarih ve kültürü koruma örgütleri, vakıflar, gençlik ve kadın hareketleri… Tüm bunlarla demokratik toplumun örgütlenmesi yapılır.” 3. Alan teorisi bir süre Kürdi çevrelerde tartışılmış, çeşitli pratik denemeler de yapılmış ve fakat bir süre sonra girişimler sönümlenmiş, tartışma rafa kaldırılmıştı.

Bu noktada, 3. Alan tartışmalarını da akılda tutarak, Kürtlerin kimliklerini özgürce ifade edebileceği her türden demokratik örgütlenmeyle bağlantı kurmaları, taban örgütlenmesinin güçlendirilmesi için yine iyi bir çıkış noktası olabilir. Bu örgütlenmelerin siyasi bir örgütlenme olması şart değildir. Bir mahalle örgütlenmesi de bir kültür sanat örgütlenmesi de öz yönetim modeli temel alınarak inşa edilebilir. Önemli olan salt birey olma halinden çıkarak Kürt kimliğinden vaz geçmeden toplumsal bağları inşa etme noktasında şu ya da bu düzeyde sorumluluk almaktır. Bireylerin toplumsal örgütlenmelerde az ya da çok olmasına bakmaksızın yapıcı roller üstlenmesi, minimum düzeyde sistematik bir üretim ilişkisi kurabilmesi temel amaçlardan biri olabilir. Böylelikle yukarıda kaba hatlarıyla sıralanan ve daha derin tartışmalara ihtiyaç duyan nedenlerle zayıflayan toplumsal doku güçlendirilebilir; öz yönetim mekanizmaları inşa edilebilir; devlet ve kapitalist piyasa ile ilişkiler tartışılarak alternatif üretim ilişkileri gündeme alınabilir ve örgütlenmeler arası ağların nasıl dokunacağına dair tartışma olasılıkları belirmeye başlayabilir.

Taban örgütlenmesine odaklanmak yerine yalnızca “yüksek siyasete” ve parti gündemlerine kilitlenen bir tarzın başarı şansı olmadığı açık. Yüksek siyaset alanının kimi örneklerde bir kariyer basamağına dönüşmeye başlaması ise toplum ile siyasetçiler arasındaki mesafeyi giderek açıyor. Toplumsal örgütlenmenin can damarının, yüksek siyaset kürsülerinden atılan nutuklar değil, tabanda yürütülen demokratik çalışmalar olduğunu akılda tutmalıyız. Meclisten, milletvekilinden, siyasi partilerden mürekkep yüksek siyaset alanı, tabana yön veren hiyerarşik bir makamdan ziyade; taban çalışmalarının yaygınlaşması ve derinleştirilmesinin önündeki engelleri diplomasi yoluyla kaldırmaya çalışan bir “alan açıcı” rolü üstlenmelidir.

 

[1]Son olarak 1 Kasım 2025 tarihli aile görüşmesinde Abdullah Öcalan, yerel örgütlülüğün güçlendirilmesi ve demokratik mücadelenin yön verici halkçı (taban) siyasetini bir kez daha vurguladı: bkz. https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/0111202517

[2] https://www.numedya24.com/faik-bulut-yazdi-yerel-demokrasi-kent-ve-baris-etkinlikleri-hakkindaki-izlenimlerim/

[3] 2019 yılında HDP’nin temel seçim stratejisi “Kürdistan’da kazan, Batı’da kaybettir” olarak duyurulmuştu.

[4] https://birikimdergisi.com/haftalik/12203/donusen-diyarbakir-siyasal-alan

[5] https://birikimdergisi.com/haftalik/12180/donusen-diyarbakir-mekan-ve-sinif

[6] https://bianet.org/yazi/kapitalizmin-baskentinde-sosyalizm-ruzgari-zohran-mamdani-310726

[7] https://www.youtube.com/watch?v=_Ar6hj7_v6I