7 Ekim Cumartesi günü sabaha karşı Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları tarafından İsrail’in güneyine, “Aksa Tufanı” adıyla kapsamlı bir askeri saldırı gerçekleştirildi. Birkaç saat içerisinde Gazze Şeridi’nden İsrail’e doğru 5 bin kadar roket atıldı. Eşzamanlı olarak Hamas militanları Gazze-İsrail duvarında gedikler açarak ve tel örgüleri aşarak sınırdaki İsrail şehirlerine ve İsrail karakollarına saldırı düzenlediler. İlk saldırılarda yüzlerce sivil ve asker öldürüldü, yüzlerce asker ve sivil esir alındı. Militanlar yakınlardaki bir müzik festivalini basarak genç insanları katlettiler ve bir kısmını esir alarak Gazze’ye kaçırdılar.

Şok saldırının hemen ardından İsrail hükümeti “savaş durumu” ilan etti ve “demir kılıçlar” operasyonunu başlattığını duyurdu. Kamuoyunda bu kadar kapsamlı bir saldırının İsrail istihbaratından habersiz nasıl mümkün olabildiği konuşulmaya başlandı. Saldırı yer yer İsrail’in 11 Eylül’ü olarak değerlendirildi. Amerika Birleşik Devletleri İsrail’in yanında olduğunu duyururken, Türkiye devleti tarafları itidale davet eden bir açıklama yaptı. Türkiye’de Kürt halkına karşı uygulanan baskı ve sindirme politikalarına, Rojava’da sivil, asker ayrımı gözetmeden yürütülen TSK operasyonlarına, SİHA saldırılarına karşı sessiz kalan İslami ve sol kesimler politik refleks göstererek derhal Filistin halkının yanında olduklarını ifade eden açıklamalarda bulundular. Farklı resmi veya sivil kesimler devlet politikalarına veya ideolojik bağlılıklarına dayanarak İsrailli sivil ölümlerine neden olan eylemleri lanetleyen, kınayan veya bu katliamı önemsizleştiren açıklamalarda bulundular. Hamas’ın siyasal İslam’a mensup bir hareket oluşu ve 7 Ekim’de yaptığı katliamın, ilk günlerde Filistin-İsrail ve Ortadoğu meselesinin önüne geçtiğini söyleyebiliriz.

Saldırının ikinci günü İsrail “resmi savaş durumu” ilan ederken yaklaşık 24 saat sonra karşılıklı açıklanan can kayıpları 400’er mertebesindeydi; 750 İsraillinin ise kayıp olduğu bildirildi. İsrail aynı gün 24 yerleşim biriminde sivilleri tahliye ettiğini duyurdu.

Savaşın üçüncü günü ise İsrail’in askeri stratejisi açıklık kazandı. Saldırının hemen ardından, “demir kılıçlar” ile sivil veya militan ayrımı gözetmeksizin bomba yağdırdıkları Gazze’ye İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant “tam abluka” uygulanacağını duyurdu. Hemen sonra bölgenin İsrail tarafından kontrol edilen suyu, elektriği, gıda ve yakıt temini tümüyle kesildi. İsrail Gazze’de yaşayan 2 milyondan fazla Filistinlinin topluca cezalandırılmasına karar vererek bir savaş ve insanlık suçu işlemeye kararlı olduğunu belli etti. ABD’nin yanında, AB’nin lider ülkeleri Almanya ve Fransa da İsrail’in yanında olduklarını güçlü bir şekilde duyururlarken, İsrail’i en azından “itidale” davet eden bir uyarıda bulunma ihtiyacı dahi hissetmediler.

Yaşanan gelişmeler İsrail’de hızla bir hükümet krizine neden oldu. İsrail’de tarihinin en aşırı sağcı hükümet koalisyonu iş başındaydı. Hükümetin yüksek yargının yetkilerini gasp eden yasa değişikliğine karşı protestolar ülkede aylardır devam ederken şiddetlenen işgal politikaları demokratik muhalefetin gündeminde değildi. 1967 savaşı ve Batı Şeria ve Gazze’nin İşgalinden beri ABD’nin ortağı olan, bizzat ABD tarafından “Ortadoğu’da tek demokrasi” olarak lanse edilen, tarihsel olarak ABD’nin sözünü hemen her zaman dinleyen bir ülkede demokrasinin bu derece rayından çıkmış olması küresel hegemonyadan kolay vazgeçme niyetinde olmayan ABD seçkinleri nezdinde de rahatsızlık yaratmış olabilirdi. Savaşın dördüncü günü İsrail’e destek olmak üzere bölgeye gönderilen ABD uçak gemileri yoluna devam ederken, Biden “Ortadoğu’ya ilave askeri güç göndermeye hazır olduklarını” duyurdu. Aynı gün İsrail’de “acil durum hükümeti” adında bir milli mutabakat hükümeti kurulması kararlaştırıldı. ABD Ortadoğu’daki askeri varlığını tahkim edip, yeni bir hükümet koalisyonu aracılığıyla İsrail’i geleneksel, daha sürdürülebilir şiddet ve sömürge politikası içinde tutmayı mı amaçlayacaktı?

Boyutları itibariyle büyük sürpriz olan, 1973 savaşından beri kendi topraklarında yenilmez olduğunu düşünen İsrail’i topyekûn savaş durumuna sürükleyen bu saldırı yaygın olarak tarihsel bağlamından kopartılarak, yalın bir terör veya barbarlık vakası şeklinde ele alındı. Hamas saldırısının organizasyonunda İran parmağına vurgu yapıldı. Mısır istihbaratı saldırı ihtimalini İsrail’e bildirdiğini ima etti. İsrail istihbaratının böyle bir saldırı için kısmi de olsa yeşil ışık yakmış olabileceği iddia edildi. Müslüman Kardeşler kökenli Hamas hareketi IŞİD ile eşitlendi. İran saldırıdan duyduğu memnuniyeti gizlememekle birlikte organizasyonunda bir rolü olduğunu reddetti. Hamas saldırısında sivillerin kasıtlı olarak hedef alınması, üzerinde çokça spekülasyon yapılan rakamlardan bağımsız olarak, bir savaş suçu veya bir terör saldırısıydı. Düzenli orduların gerçekte hiçbir zaman uymadıkları, ama uymaları gereken savaş kuralları olduğu gibi, silahlı direniş örgütlerinin de yürüttükleri savaşlarda sivil halklara karşı ahlaki sorumlulukları vardır. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı böyle bir sorumluluk tanımıyordu. Diğer taraftan hem Batı devletlerince hem de seküler kesimlerce yapıldığı şekilde, Hamas’ı tarihsel siyasi bağlarından ve gelişme çizgisinden koparıp IŞİD benzeri cihatçı yapılarla eşitlemek, Filistin-İsrail ihtilafının çözümüne ve Ortadoğu barışına dönük düşünce ve eylemin önünün tıkamaktadır. Kaldı ki Hamas’a atfedilen “barbarlığın”, İsrail’in günbegün hunharlaşan saldırılarının gölgesinde kalacağı açıktı.

İsrail’in Filistin’i işgali, modern çağın en uzun süren ve halen devam eden işgalidir. 1948 yılında kurulan İsrail devleti, 1967 Arap-İsrail savaşının ardından Filistin topraklarını ikiye bölmüş, Gazze ve Batı Şeria’yı işgal etmiş, iki devletli çözüm yönündeki Birleşmiş Milletler Kararı’nın gerçekleşmesini ABD’nin desteğiyle engellemiştir. Elli yıl boyunca barış görüşmelerinin altını oymuş, bu süre zarfında Batı Şeria’da bir apartheid rejimi inşa ederken 400 kilometrekarelik Gazze’yi 2 buçuk milyona yakın nüfusuyla abluka altında bırakarak 2005 yılında buradan çekilmiştir. 1990’ların sonunda, neredeyse on yıl süren Oslo görüşmelerinin hüsrana uğramasının ardından Filistin liderliği de krize girmiş, Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Filistin Yönetimi Batı Şeria’ya hapsolup her gün ilerleyen işgale seyirci kalırken, Gazze’de Müslüman Kardeşler kökenli Hamas hareketi yükselmişti. 89’daki birinci İntifada’yı da hazırlayan seküler direniş hareketlerine karşı İslami direniş hareketlerinin ABD’nin “yeşil kuşak” projesiyle küresel olarak desteklendiği, ABD-İsrail politikasının Hamas’ın yükselişine zemin hazırladığı bilinmektedir. Diğer taraftan 2000’lerde durum hiç de öyle değildir. 2007 Filistin seçimlerinde ABD-İsrail’in açıkça desteklediği Mahmut Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi’ne karşı Hamas seçimleri kazandığında, tüm Gazze halkı yanlış tarafa oy verdikleri için cezalandırılmış, İsrail 2008’de sivil yapıları ve Gazze ekonomisini çökerten hava saldırıları ve fosfor bombalarıyla binlerce Filistinliyi katletmiştir.

Filistin işgalini içine alan bir Ortadoğu kronolojisi ve Filistin sorununun kronolojik tarihi için şu yazılara bakılabilir:

Ortadoğu Kronolojisi

Ortadoğu Tarihi 1. Bölüm: 1800-1939, Fransa’nın Mısır’ı İşgalinden 1939 Filistin Ayaklanmasına

Ortadoğu Tarihi, 2. Bölüm: 1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği

Ortadoğu Tarihi, 3. Bölüm: 1967-1988, Arap İsrail Savaşı’ndan I. Camp Davıd Anlaşmasına

Nededeyse tüm 90’ları içine alan Oslo görüşmeleri, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali ve İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilişi sonrasında da Filistin halkının en ufak bir kazanımı olmamış, Gazze’de insanlık dışı abluka her geçen gün katılaşırken, Batı Şeria’da işgal ve yerleşimci terörü her gün daha da derinleşmiştir. Üstelik Trump döneminde Kudüs, ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınmış, iki devletli çözüm yönündeki tüm umutlar rafa kaldırılmıştır. Gelişmelerin yörüngesi, Batı Şeria’da Filistin Yönetimi altında hiçbir toprak varlığının kalmayacağını, Gazze’nin dünyanın en büyük cezaevi olarak varlığını sürdüreceğini, Filistin halkının soykırım veya gayrı nizami göç ikilemine hapsedildiğini göstermektedir. Buna uluslararası toplumun hiçbir itirazı yoktur. ABD kaybetmekte olduğu küresel hegemonyasını Ortadoğu’da Körfez Arap Devletleri’ni Mısır ve İsrail’e yakınlaştırarak koruma gayretindedir. Abraham Anlaşmaları’na imza atan Arap devletlerinin Filistin halkının yaşadığı haksızlıklara karşı tek bir sözü yoktur. Türkiye’nin retorik düzeyde Filistin’e verdiği destek, bir iç ajitasyon veya uluslararası pazarlık malzemesi olmanın ötesine geçmemekte, Türkiye-İsrail ilişkileri devletlerarası olağan koşullar altında yürütülmektedir. ABD merkezli bu statükoya itiraz eden Rusya, İran ve Suriye bu denklemin ne kadar dışındadır? Tüm Ortadoğu’yu vekil güçler aracılığıyla yangın yerine çevirmekten kaçınmazlarken, kalıcı barış adına azami fantastik kurguların ötesinde gerçekçi ve yürütülebilir bir plana sahip oldukları söylenebilir mi?

Hamas bu saldırıyı düzenlerken İsrail şiddetini üzerine çekeceğini, çok yüksek sayıda sivil ölümlerin önünü açacağını, Gazze’nin yerle bir edileceğini mutlaka hesaplıyordu. Bu saldırının İsrail’in ötesinde ABD’yi, İran’ı ve Lübnan Hizbullah’ını ajite edeceğini de hesaplamış olmalılar. Yorgun düşmesine karşın küresel hegemonyasını korumaya çalışan ABD, eskisi kadar söz dinletemediği İsrail, yeri geldiğinde Çin’le flört eden Körfez Arap Devletleri, Rusya ve İran gibi aşırı otoriter, yoz ve intihara eğilimli rejimler, harap olmuş Lübnan, Suriye ve Irak rejimleri, Kürt düşmanlığı ve Türk-İslamcılığını Ortadoğu politikasının temeline oturtup ekonomik ve askeri gücünün çok ötesinde pazarlıklara soyunan oportünist Türk dış politikası, Ortadoğu jungle’ında  barışa yardımcı olabilir mi? ABD’nin Irak işgali, Arap Baharı ve Suriye savaşı öncesinde çok zor olan Ortadoğu barışı, bugün daha da zor görünüyor.

Bölgesel ve vekil savaşların kavurduğu yakın doğuda bir ateşi daha körükleyen Hamas saldırısı sonrası yaşanan gelişmeleri izlerken, kalıcı barışın ancak egemen devlet politikalarında köklü bir değişimle mümkün olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Devlet politikalarında değişim ise ancak yurttaşların halklar arası dayanışma ruhuyla yürütecekleri enternasyonel bir barış ve demokrasi mücadelesiyle mümkün.