Bu yazı uluslararası basında son aylarda konuşulan önemli ekoloji meselelerinden birine odaklanmaktadır. Kullanılan görsel https://climatetippingpoints.info/ sitesinden alınmıştır.
“Devrilme noktası”[1] (bardağın taştığı nokta) sistem dilinde çeşitli karşılıklar bulsa da görece kolay anlaşılır bir tanım sunarak başlayabiliriz: “Devrilme noktası” küçük bir farkla dahi olsa aşılması halinde, bir sistemin davranışını niteliksel anlamda değiştirecek kritik eşik değerlere işaret ediyor. Söz konusu niteliksel değişiklik yavaş veya hızlı olabilir, nicel bakımdan şiddetli veya zayıf olabilir, geri dönüşlü veya geri dönüşsüz olabilir. İklim değişikliğiyle ilgili en fazla kaygı uyandıran devrilme noktaları hız bakımından beşeri kararlar için önemli görülen zaman menzilini aşmayacak (anaakım kavrayışa göre yaklaşık bir yüzyıl içinde gerçekleşecek), şiddetli (örneğin küresel sıcaklık artışını 3-4o C mertebelerine taşıyabilecek) ve ilgili zaman menzilinde geri dönüşsüz olanlar. Burada “zaman menzili” üzerindeki vurgu, beşeri yaşama (medeniyete) veya yeryüzüne (kozmosa) odaklandığımızda insan algısını zorlayan bir uçurumla karşılaşmamızdan kaynaklanıyor. Bir tarafta yıllarla, diğer tarafta milyon yıllarla algılamaya çalıştığımız iki varoluş. İnsan kaynaklı iklim değişikliği söz konusu olduğunda birincisine odaklandığımızı hatırlatmaya gerek var mı?
Yeryüzü karmaşık bir sistem. Yerbilimlerindeki müthiş ilerlemelere karşın yeryüzünü bekleyen küresel değişim pek çok bakımdan belirsizliğini koruyor. Üstelik küresel değişimi tetikleyen, hızlandıran faktör medeniyet (dünya-sistem). Dünya-sistemin 21. Yüzyıl’da yaşadığı sosyo-ekonomik, sosyo-teknolojik belirsizlik işin cabası. Fakat belirsizlik bilinmezlik demek değil. Bilimsel belirsizliği adeta bir bilinmezlik olarak öne sürmek inkârcı demagojinin sıklıkla başvurduğu bir taktik. “İklim değişikliğinin bir aldatmaca olduğu”; “iklim değişikliğinin aldatmaca olmadığı ama tehlikesiz olduğu”; “iklim değişikliğinin tehlikeli olduğu ama teknolojik ilerlemenin buna dur diyeceği” vb. demagojiler büyük ölçüde bilinmezcilikten veya modern bilime değil belki peygamberlere atfedilebilecek aşırı determinizmden kaynaklanıyor. İklim devrilme noktaları hakkında bugün söylenenlerin bir kısmı makul bilimsel belirsizlik sınırları içinde pekâlâ beklenen gelişmeler. Aşağıda bu devrilme noktalarından bazılarına değineceğiz.
Bir de hem iklim değişikliğiyle mücadelenin başarısızlığından hem de devrilme noktalarının varlığından vazife çıkaran jeomühendislik faaliyetleri var. Jeomühendislik iklim değişikliğine karşı koymak için yeryüzü sistemine yapılan her türlü kasıtlı, büyük ölçekli teknik müdahaleyi içeriyor. Eğer enerji dönüşümü yoluyla ve tüketimi azaltarak iklim değişikliğini durduramayacaksak çeşitli jeomühendislik uygulamaları bir çözüm olabilir mi? Jeomühendislik başta sektörün kendisi tarafından bir çözüm olarak ileri sürülürken, öngörülebilir etkilerinin içerdiği belirsizlik belki iklim değişikliği ve devrilme noktalarınınkinden de büyük. Üstelik, iklim değişikliyle mücadelede odağı, “azaltım” olarak adlandırılan enerji dönüşümü ve tüketimin azaltılması gibi faaliyetlerden uzaklaştırdığı için de eleştiriliyor. Jeomühendislik tekno-iyimserlerin söyleyeceği şekilde “iklim değişikliğiyle mücadelede insanlığa zaman mı kazandırıyor” yoksa ihtiyatlı ve kaygılı yaklaşanların söyleyeceği gibi “geleceği mi satıyor”? Aşağıda jeomühendislik alanındaki bazı güncel gelişmelere de değineceğiz.
İklim devrilme noktaları
The Guardian çevre editörleri, bilim insanları tarafından ele alınan onlarca devrilme noktasından üçünü en yakın tehlike olarak özetlemiş. Bu üç devrilme noktasını harekete geçirecek eşik değer bugün varılmış olan 1.1 oC artış ile şimdiden aşılmış olabilir. Farklı devrilme noktaları için eşik değerler sıcaklık artışına ve diğer tetikleyici faktörlere bağlı olarak aşılacağı için; ayrıca harekete geçen her devrilme noktası sıcaklık artışı ve diğer tetikleyici faktörler üzerinde etkide bulunacağı için konu hakikaten daha da karmaşık: Özetle geçmiş veri ve eldeki modeller yardımıyla tam olarak çözümlenemeyen bir değişimin, sistemik çöküşün arifesinde olabiliriz. Biz en yakın üç devrilme noktasını özetleyelim:
Grönland buz örtüsünün erimesi: Grönland buz örtüsünün yüzyıl sonuna doğru büyük ölçüde çekilmesi artık kaçınılmaz görünüyor. Bu, trilyonlarca ton buzun erimesi ve deniz seviyesinde -tek başına- bir metreye kadar artışa yol açması anlamına geliyor. Genel kabule göre kıyı bölgelerinde, deniz seviyesine göre 10 metreden az yükseklikte yaşayan 600 milyon nüfus yaşıyor. Grönland buz örtüsündeki çöküşün doğrudan bir etkisinin küresel kıyı toplumları üzerinde olacağı -ve iklim göçünü artıracağı- aşikâr. Ayrıca bu durum Grönland üzerindeki egemenlik iddialarını da artırıyor. Bilindiği gibi Trump kampanyası ve politikasında ABD’nin Grönland’a dönük iştahı önemli bir yer tutuyor. Buna karşılık AB ve Grönland arasında mineral anlaşmaları imzalanıyor. Grönland’ın nadir toprak elementleri bakımından ve ayrıca grafit, bakır, nikel, kurşun, altın, elmaslar, demir cevheri ve tungsten gibi mineraller bakımından zengin olduğu belirtiliyor.
Atlantik Okyanusu dolaşımının (AMOC) çökmesi: Tam ve teknik kısaltmasıyla AMOC, golfstrim olarak bilinen ve Meksika Körfezi’nin sıcaklığını Kuzey Batı Avrupa kıyılarına taşıyarak buraları yaşanır kılan okyanus akıntılarının da taşıyıcı mekanizması. Güney Atlantik’in ılık sularını Kuzey’e taşıyan -küresel iklim üzerinde önemli etkileri olan- bir okyanus dolaşım sistemi. Bilim insanlarına göre AMOC yüzyıl sonuna kadar %34-45 oranlarında zayıflayarak geri dönüşsüz şekilde istikrarsızlaştığı bir devrilme noktasına gelebilir. AMOC’un halihazırda zayıfladığı biliniyor. Zayıflayan golfstrimin Batı Avrupa’da çok soğuk kış mevsimlerine yol açabileceği tahmin ediliyor. İngiltere Antarktika Araştırmaları Kurumu’ndan Andrew Meijers’e göre “AMOC’un belli bir dolaşım değerinin altında devrilme noktası olduğu düşünülüyor … bu değerin altına düştüğünde istikrarsızlaşması veya tümüyle çökmesi mümkün … şimdi gözlenen zayıflama böyle bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.”
Arktik (Kuzey Kutbu) permafrostun (donmuş toprakların) çözülmesi: Grönland buzullarının çekilme hızında görüldüğü şekilde, Arktik permafrostun erime hızı da bilim insanları için şaşırtıcı çünkü gözlemler model tahminlerinin çok üzerinde seyrediyor. Arktik permafrost 23 milyon kilometrekare (Kuzey Yarıküre’deki karasal arazinin %25’i) ve bunun %65’i Avrasya’da (büyük çoğunluğu Rusya’da) ve %35’i Kuzey Amerika’da (Kanada’da) bulunuyor. Permafrostun içerdiği karbon miktarı atmosferinkinin iki katı. Yüzeyin hemen altında tüm yıl boyunca donmuş olan bu toprakların erimesi halinde, mikropların faaliyetiyle organik karbonun karbon dioksit ve metana dönüşerek atmosfere karışması muhtemel. Bunların her ikisi de etkin sera gazları; metanın atmosferde güneş ışını hapsetme kapasitesi karbondioksite kıyasla -yüzyıllık zaman diliminde kütle gaz başına- 28 kat daha fazla. Tüm permafrostun eriyip metan içeriğinin atmosfere karıştığı bir iklim senaryosu en büyük kabuslardan biri.
IPCC’nin en son, 2021 tarihli 6. Değerlendirme Raporu da Kuzey buz örtüsü ve dağ buzullarının çekilmesine ve permafrostun çözülmesine (bu üç devrilme notasına) yüksek güvenirlikle yer veriyor. Diğer taraftan Güney Kutbu (Antarktik) buzullarının erimesiyle harekete geçecek devrilme noktalarının -belki en büyük kabus senaryosunun- “ihmal edilemeyeceğini” de “yüksek güvenirlikle” belirtmiş. (IPCC dili böyle!). Araştırılan devrilme noktalarının onlarca olduğunu bunların ardışık basamaklandırılmış biçimde birbirini harekete geçirebileceğini söylemiştik. Buna “domino etkisi” denebilir. Fakat domino etkisi doğru olmakla birlikte biraz yetersiz bir metafor çünkü devrilme noktalarını harekete geçirebilecek ve hızını ve şiddetini artıracak pekiştirici döngüleri pek iyi ifade etmiyor. Belki domino metaforunun yanına bir de “kartopu etkisini” ekleyebiliriz. Kartopu tepe aşağı yuvarlanırken büyüdükçe büyür. Permafrost erirken ne olur? Atmosfere sera gazı salınır, küresel sıcaklık daha da artar, permafrost daha hızlı erir. Grönland buzulları çekilirken ne olur? Yeryüzü karanlıklaşır, karanlık yüzey daha fazla ışın tutar, daha fazla ısınır, buzullar daha hızlı erir. Bunlar değişimi hızlandırıp şiddetlendiren pekiştirici döngülerdir. Yeryüzü bu ve benzeri pekiştirici döngülerin, aynı zamanda çevrebilimci James Lovelock’un Gaia hipotezinde ifadesini bulan dengeleyici, öz-düzenleyici döngülerin hakim olduğu, birlikte çalıştığı karmaşık bir sistem.
Jeomühendislik uygulamaları
İklim değişikliğiyle mücadelede ısrarlı başarısızlık[2] ve anaakım bilimsel değerlendirmelerde çok güvenilir niceliklerle ifade edilemeyen, diğer taraftan varlığından emin olduğumuz devrilme noktaları, jeomühendislik uygulamalarına vazife çıkarıyor. Atmosfere salınmak üzere olan karbonu yakalama ve depolama, okyanusları gübreleme, çölleri beyaz örtüyle kaplama, atmosfere sülfat partikülleri ekleme, dünya yörüngesine yansıtıcı paneller yerleştirme, bulutları parlaklaştırma gibi jeomühendislik fikirleri ve uygulamaları mevcut. Bunlardan ilk ikisi, yakalama ve depolama ile okyanus gübreleme atmosferdeki etken sera gazı miktarını azaltmaya odaklanıyor. Diğer üçü ise yeryüzü ışın dengesini değiştirmeye odaklanıyor ve güneş ışını yönetimi (solar radiation management – SRM) olarak adlandırılıyor. İklim değişikliğini küresel siyasette anaakıma taşıyan önemli isimlerden, duayen iklimbilimci James Hansen yakın zamanlarda 2 oC hedefinin artık bir hayal olduğundan söz ederken, çok ihtiyatlı olarak, jeomühendisliğin imkânlarının ihmal edilemeyeceğini belirtiyordu. Noam Chomsky 2016 yılında verdiği bir söyleşide jeomühendislik uygulamalarının, ihtiyatlılık ilkesi gereğince, öngörülebilir olası tüm risklerin dikkate alınarak çok dikkatli değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Naomi Klein 2014’te yayımladığı İşte Bu Her Şeyi Değiştirir adlı kitabında jeomühendisliğin ardındaki şirketlerin gündemini ve özel çıkarlarını ifşa ederken bunu bir “şok doktrini” olarak tanımlıyor: “Gerçek bir krizin yarattığı bunalım ortamında makul karşı koyma biçimleri buharlaşırken, yüksek risk barındıran seçenekler geçici olarak kabul görür.” Ve geçici olarak kabul gören bu seçenekler geleceğin normali haline dönüşür.
The Guardian çevre editörlerinden Damian Carrington geçtiğimiz günlerde İngiltere hükümetinin arkasında olduğu, ARIA adındaki kamu ar-ge kurumu tarafından yürütülen bir dizi jeomühendislik deneyini gündeme getirdi. Bu kurum küresel planda, Kuzey Kutbu’ndan Avustralya’nın Kuzey Doğu kıyısındaki Büyük Bariyer Resifi’ne kadar pek çok yerde jeomühendislik deneyleri yürütüyor. 10 milyon sterlinle fonlanan ARIA deneyleri atmosfere güneş ışınlarını yansıtan çeşitli partiküllerin enjekte edilmesini (ABD ve İngiltere’de), okyanus üzerindeki bulutları parlaklaştırıp daha fazla güneş ışını yansıtmasını sağlamak üzere deniz suyu aerosollerinin kullanılmasını (Avustralya’da), deniz buzullarının üzerine su pompalanarak kalınlaştırılmasını ve erime hızının yavaşlatılmasını (Kanada’da) içeriyor. Kamu tarafından fonlanan pahalı deneylerin başarası bu işleri ticari olarak yürütmek üzere sırada bekleyen özel girişimciler açısından önem taşıyor. ARIA mühendisleri yürüttükleri çalışmaların önemi ve risk değerlendirmelerinden oldukça emin görünseler de İngiltere’nin bu girişimi çeşitli akademisyenler tarafından eleştiriliyor. Oxford Üniversitesi’nden Raymond Pierrehumbert SRM’nin muazzam kaygı verici etkilerine işaret ederek İngiltere’nin diğer hükümetler için kötü örnek teşkil ettiğini belirtiyor. Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi’nden Mary Church “şok doktrinini” doğrularcasına, “küçük ölçekli deneylerin son derece tartışmalı teorileri normalleştirdiğini … tam ölçekte uygulamalar için kaygan bir zemin yarattığını” belirtiyor.
Raymond Pierrehumbert, Pennsylvania Üniversitesi’nden Michael E. Mann ile kaleme aldığı bir dizi makalede SRM’nin tehlikelerine işaret edip dikkatleri “azaltım” çabalarından uzaklaştırdığını söylerken kullandığı metafor çok dikkat çekici: “Kanser tedavisi için aspirin kullanamazsınız”.
Sistemik küresel bir risk çağında yaşıyoruz. Modern uygarlığın -kapitalist dünya ekonominin- koskoca yeryüzünü bu derece kırılgan hale getirebileceği endüstri devrimi öncesinde öngörülebilir miydi? Fosil enerji kaynakları üzerinde bir türlü eksilmeyen bağımlılık, alternatif enerji teknolojileri kendini ispatlasa bile küresel çatışmalar, hegemonya savaşları ve adil geçiş sorunları nedeniyle istenen hızda gerçekleşmeyen yeşil dönüşüm, hükümetlerin üretimi kötü ve kirletici sektörlerden uzaklaştırıp kamusal temiz sektörlere yönlendirecek reformları gerçekleştirmek konusundaki isteksizlikleri yeryüzü ve sosyo-ekonomik-teknik sistemler üzerindeki tehlikeleri giderek artırıyor. Jeomühendisliğin karbon yakalama ve depolama gibi belli branşları pilot çalışmaların ötesinde gerçek ölçekte uygulanıyor ve artık iklim değişikliği azaltım-uyum programlarının olağan bir parçasına dönüşmüş vaziyette. Geçmişte tarım-gıda sorunundan kendine göre dersler çıkararak Yeşil Devrim’i, daha yakın geçmişte Gen Devrimi’ni icat edip normalleştiren küresel endüstriyel sistem, bugün jeomühendisliği de normalleştirmeye hazır görünüyor. Bu teknolojilerin her birinin barındırdığı çevresel ve toplumsal risklerin bilinmesi ve değerlendirilmesi büyük önem taşıyor.
[1] İng. Tipping point.
[2] Bkz. İklim Krizi, Küresel Düzen ve Aşırı Sağ, art-izan.org