6 Ocak 2021’de Washington’da ABD Kongre Binası yakınındaki Trump destekçileri, D. C. SHAY HORSE / NURPHOTO VIA GETTY IMAGES

Neoliberalizm, yaklaşık yarım yüzyıldır bir ekonomik felsefe olarak egemenliğini sürdürüyor. Ancak neoliberal politikalar, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra yönetilen kapitalizm altında elde edilen kazanımların çoğunu tersine çevirerek dünyayı kasıp kavurdu. Neoliberalizm yalnızca zenginler ve dev şirketler için çalışır. Ancak neoliberalizmin başarısızlıkları ekonominin ötesine uzanıyor. Toplumsal çöküş süreçleri, tehditkâr güçleri bir zamanlar kaybedilmiş zafere dönüş vaatleriyle devreye soktuğunda neoliberalizmin başarısızlıkları siyasete yayıldı. Günümüz dünyasında neofaşist hareketlerin ve partilerin temel itici gücü budur ve Noam Chomsky’nin Truthout için yaptığı özel röportajda açıkladığı gibi, aşırı sağcılığın yeniden canlanmasının koşullarını yaratan neoliberalizmdir. Bu arada, geç kapitalizm çağında protestolar çok daha yaygın hale geldi, dolayısıyla alternatif bir dünya mücadelesi gerçekten çok canlı!

Noam Chomsky, MIT’de dilbilim ve felsefe bölümünde Emeritus Profesör ve Arizona Üniversitesi’nde dilbilim profesörü ve aynı zamanda Çevre ve Toplumsal Adalet Programı’nda Agnese Nelms Haury Kürsüsü profesörüdür. Dünyanın en çok atıfta bulunulan akademisyenlerinden biri ve milyonlarca insan tarafından ulusal ve uluslararası bir hazine olarak kabul edilen bir kamusal entelektüel olan Chomsky, dilbilim, siyasi ve toplumsal düşünce, siyasal iktisat, medya çalışmaları, ABD dış politikası ve dünyadaki gelişmeler üzerine 150’den fazla kitap yayımladı. Son kitapları şu şekildedir: Illegitimate Authority: Facing the Challenges of Our Time (çok yakında; C. J. Polychroniou ile birlikte), The Secrets of Words (with Andrea Moro; MIT Press, 2022); The Withdrawal: Iraq, Libya, Afghanistan, and the Fragility of U.S. Power (Vijay Prashad ile birlikte; The New Press, 2022); ve The Precipice: Neoliberalism, the Pandemic and the Urgent Need for Social Change (C.J. Polychroniou ile birlikte; Haymarket Books, 2021).

J. Polychroniou: Noam, neoliberal politikalar 40 yılı aşkın bir süredir uygulandığı için eşitsizlikleri artırmaktan, toplumsal altyapıyı tahrip etmekten ve umutsuzluğa ve toplumsal tedirginliğe neden olmaktan sorumlu. Bununla birlikte, neoliberal toplumsal ve ekonomik politikaların, sağcı radikalleşme ve siyasi otoriterliğin yeniden dirilişi için bereketli bir alan oluşturduğu da apaçık hale geldi. Elbette demokrasi ile kapitalizm arasında yapısal bir çatışma olduğunu biliyoruz, ancak neofaşizmin neoliberal kapitalizmden doğduğuna dair bazı açık kanıtlar var. Bu iddiaya katıldığınızı varsayarsak, neoliberalizm ile neofaşizm arasındaki gerçek bağlantı nedir?

Noam Chomsky: Bağlantı, sorunun ilk iki cümlesinde net bir şekilde çizilmiş. Neoliberal sosyo-ekonomik politikaların bir sonucu, toplumsal düzenin çökmesi, bu da aşırıcılık, şiddet ve nefret, günah keçisi arayışı için bir üreme alanı ve kurtarıcı pozundaki otoriter figürler için verimli bir alan sunuyor. Ve neo-faşizmin bir biçimine doğru yol alıyoruz.

Britannica, neoliberalizmi “asgari devlet müdahalesi” ile “serbest piyasa rekabetinin değerini vurgulayan bir ideoloji ve politika modeli” olarak tanımlıyor. Alışılagelmiş resim budur. Gerçek farklıdır. Fiili politika modeli, ekonominin (devlete de hâkim olan) efendilerine, çok az kısıtlamayla kâr ve güç elde etmenin kapılarını açtı. Kısaca, sınırsız sınıf savaşı.

Bu politikaların bileşenlerinden biri, kârı en üst düzeye çıkarmak amacıyla efendiler için aşırı korumacılığı, en ucuz işgücü ve en kötü çalışma koşullarıyla birleştiren ve geride çöken pas kuşakları[i] bırakan bir küreselleşme biçimiydi. Bunlar ekonomik gereklilikler değil, politika tercihleridir. İşçi hareketi, Kongre’nin şu an feshedilmiş olan araştırma bürosunun da katılımıyla burada ve yurtdışındaki emekçilere fayda sağlayabilecek alternatifler önerdi, ancak Clinton sınıf savaşını yürütenlerin tercih ettiği küreselleşme biçimi tarafından sıkıştırılınca bu alternatifler tartışılmadan reddedildi.

“Gerçekten var olan neoliberalizmin” bununla bağlantılı bir sonucu ekonominin hızla finansallaşması, bunun da hızla kâr etmek için için risksiz dolandırıcılıklara olanak vermesiydi -risksiz, çünkü ticaret anlaşmalarında aşırı ölçüde koruma sağlamak için piyasaya radikal bir şekilde müdahale eden güçlü devlet, bir şeyler ters giderse efendileri kurtarmak için de aynısını yapıyor. Reagan’la başlayan sonuç, iktisatçılar Robert Pollin ve Gerald Epstein’ın deyimiyle “kurtarma ekonomisi” oldu; yani neoliberal sınıf savaşının, başarısızlığın piyasa tarafından cezalandırılma riski olmaksızın ilerlemesinin sağlanması.

Bu resimde “serbest piyasa” eksik değil. Sermaye, örgütlü insan yaşamına dair imkanları yok etmekte –bunu unutmamalıyız- olduğu gibi, sömürmekte ve tahrip edip ardından da terk etmekte de “özgür”. Emekçilerse, reel ücretler yerinde sayarken, sosyal yardımlar azalırken ve çalışma hayatı büyüyen bir prekarya[ii] yaratmak için yeniden şekillendirilirken bir şekilde hayatta kalabilmek için çalışmakta “özgür”.

Sınıf savaşı, çok doğal olarak, emekçilerin başlıca savunma aracı olan işçi sendikalarına yönelik bir saldırıyla başladı. Reagan ve Thatcher’ın ilk eylemleri, sendikalara şiddetli şekilde saldırmak ve bu yolla şirketler kesimini de bu saldırıya katılıp ötesine geçmeye davet etmek oldu; bu süreçte genellikle teknik olarak yasadışı yollara başvuruldu, ancak bu, hükmettikleri neoliberal devletin umurunda değildi.

Sınıf savaşı başladığında, egemen ideoloji Margaret Thatcher tarafından net bir şekilde ifade edildi: Toplum diye bir şey yoktur ve insanlar “toplumun” onları kurtarmaya gelmesi konusunda sızlanmayı bırakmalı. Ölümsüz sözleriyle: “’Evsizim, Devlet bana ev vermeli!’ diyorlar ve bu yüzden sorunlarını topluma yüklüyorlar, ama toplum kim? Öyle bir şey yok! Tek tek erkekler ve kadınlar var, aileler var ve hükümet ancak insanlar vasıtasıyla bir şeyler yapabilir, insanlarsa önce kendi durumlarına bakarlar.”

Thatcher ve arkadaşları, efendiler için çok zengin ve güçlü bir toplumun olduğunu kesinlikle çok iyi biliyorlardı; efendilerin sadece ihtiyaç duyduklarında onları kurtarmaya koşan dadı devleti değil, aynı zamanda ticaret birlikleri, ticaret odaları, lobi örgütleri, düşünce kuruluşları ve daha fazlasından oluşan kapsamlı ağları da vardı. Ne var ki daha az ayrıcalıklı olanlar “kendilerine bakmalıydı”.

Neoliberal sınıf savaşı, tasarlayanlar için büyük bir başarı oldu. Daha önce de tartıştığımız gibi, bir gösterge, yaklaşık 50 trilyon doların en tepedeki yüzde 1’in ceplerine, çoğunlukla da bunların bir kısmına aktarılmış olmasıdır. Hiç de küçük bir zafer değildir bu.

Diğer başarılar, pek bir çarenin görünmediği “umutsuzluk ve toplumsal tedirginlik”dir. Demokratlar, 70’lerde işçi sınıfını kendi sınıf düşmanlarına terk ederek varlıklı profesyonellerin ve Wall Street hayırseverlerinin partisi haline geldi. İngiltere’de Jeremy Corbyn, İşçi Partisi’nin “yumuşak Thatchercılığa” doğru gerilemesini geri çevirmeye çok yaklaştı. İngiliz müesses nizamı, Corbyn’in kendisini emekçilerin ve yoksulların çıkarlarına adamış gerçek bir katılımcı parti yaratma çabasını ezmek için tüm gücüyle seferber olup iyice adileşti. İyi düzene tahammül edilemez bir hakaretti bu. ABD’de Bernie Sanders biraz daha başarılı oldu, ancak Clinton yanlısı parti yönetiminin hâkimiyetini kıramadı. Avrupa’da solun geleneksel partileri fiilen ortadan kalktı.

ABD’deki ara seçimlerde Demokratlar, parti yöneticilerinin ılımlı bir sol partinin gündeme getirebileceği sınıf meseleleri üzerine kampanya yürütme konusundaki isteksizliğinin bir sonucu olarak, Beyaz işçi sınıfının öncekinden de daha geniş bir kesimini kaybetti.

Aralıksız sınıf savaşının ve bu musibetle savaşabilecek ana-akım siyasi kurumların teslimiyetinin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere neofaşizmin yükselişi için zemin gayet iyi hazırlandı.

“Sınıf savaşı” terimi artık yetersizdir. Ekonominin efendilerinin ve onların siyasi sistemdeki uşaklarının son 40 yıldır özellikle vahşi bir sınıf savaşı biçimine giriştikleri doğrudur, ancak hedefler olağan kurbanların ötesine geçti ve şimdi de faillerin kendilerine uzanıyor. Sınıf savaşı şiddetlenirken, kapitalizmin temel mantığı acımasız bir netlikle kendini gösteriyor: kendimizi ve ailelerimizi sakınmadan yaşamı ayakta tutan çevreyi yok ederek intihara doğru yarıştığımızı bilsek de kârı ve gücü maksimize etmek zorundayız.

Bu olup bitenler, bir maymunun nasıl yakalanacağına dair sık ​​sık tekrarlanan bir hikâyeyi akla getiriyor. Hindistan cevizinde bir maymunun sadece pençesini sokabileceği boyutta bir delik açın ve içine cezbedici lezzetli bir lokma koyun. Maymun yiyeceği kapmak için cevizin içine uzanacak, ama daha sonra sıkılı pençesini kurtaramayacak ve açlıktan ölecek. Bu biziz, en azından hüzünlü şovu yönetenler.

Benzer şekilde pençelerini sıkmış olan liderlerimiz, intihar görevlerini amansızca sürdürüyorlar. Eyalet düzeyinde, Cumhuriyetçiler, fosil yakıt şirketlerine yapılan yatırımlarla ilgili bilgilerin yayımlanmasını bile yasaklamak için “Enerji Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması” yasasını çıkarıyorlar. Söz konusu bilgilerin yayımlanması, iyi kapitalist mantığını benimseyip insan yaşamına dair imkânları yok ederek sadece kâr elde etmeye çalışan hayisyetli insanlara yönelik haksız bir zulümdür.

Yakın tarihli bir örneği ele alacak olursak, Cumhuriyetçi eyalet başsavcıları Federal Enerji Düzenleme Komisyonu’na, ABD kamu enerji hizmeti şirketlerinin emisyonları azaltma programlarına -yani hepimizi yıkımdan kurtarmaya yönelik programlara- dahil olmaları durumunda varlık yöneticilerinin bu şirketlerin hisselerini satın almalarını engelleme çağrısında bulundular.

Bu kesimin şampiyonu, BlackRock CEO’su Larry Fink, üretilen zehirlerden kurtulmak için hâlâ hayali ürünü olduğu kabul edilen yöntemlere ve hatta yeşil enerjiye yatırım yapma fırsatlarını -kârın yüksek olması garanti edildiği sürece- memnuniyetle karşılayarak ne kadar iyi bir vatandaş olduğunu gösterirken, uzun yıllardır fosil yakıtlara yatırım çağrısında bulunuyor.

Kısacası, kaynakları felaketten kaçmak için tahsis etmek yerine, çok zenginleri felaketin gelmesine yardım etmeye teşvik etmek için onlara rüşvet vermeliyiz.

Kesin ve net nitelikteki bu dersler, herkese karşı yürütülen neoliberal savaş trajikomedinin son aşamalarına ulaşırken parlak bir berraklıkla ışıldayan kapitalist mantığın savaş alanından kaçmaya çalışan halk hareketlerini canlandırmaya yardımcı oluyor.

Doğmakta olan toplumsal düzenin parlak ve umut verici yönü budur.

Donald Trump’ın iktidara gelmesiyle Beyaz üstünlükçülüğü ve otoriterlik ana-akım siyasete geri döndü. Ancak ABD’nin faşizme karşı hiçbir zaman bağışık olmadığı doğru değil mi?

“Faşizm” derken neyi kastediyoruz? Çok görünür şekilde sokaklarda olup bitenleri dolaysız irdelemenin daha uzağında yer alan ideoloji ve politikadan ayırmamız gerekiyor. Sokaklardaki faşizm, Mussolini’nin Kara Gömlekliler’i ve Hitler’in Kahverengi Gömlekliler’idir: şiddet uygulayan, gaddar, yıkıcı. ABD kesinlikle bundan hiçbir zaman muaf olmadı. Sözüm ona “Kızılderililerin yerlerinden edilmesi”nin ve Jim Crow’a[iii] dönüşen köleliğin kirli sicilinin burada yeniden anlatılmasına gerek yok.

Bu anlamda “sokak faşizmi”nin zirve yaptığı bir dönem, Mussolini’nin Roma Yürüyüşü’nün hemen öncesiydi. Savaş sonrası Wilson-Palmer[iv] dönemi ve Birinci Dünya Savaşı sonrası “kızıl korku”, iki ilk günah dışında ABD tarihindeki en acımasız şiddetli baskı dönemiydi. Şok edici hikâye, Adam Hochschild’in etkileyici çalışması American Midnight‘ta canlı detaylarla anlatılıyor.

Her zamanki gibi, büyük katliamlar (Tulsa ve diğerleri) ve tüyler ürpertici bir linç ve diğer mezalim sicili de dahil olmak üzere en çok Siyahlar mağdur oldu. Fanatik bir “Amerikancılık” dalgası ve Bolşevizm korkusu altında başka bir hedef de Göçmenlerdi. Yüzlerce “bozguncu” sınır dışı edildi. Güçlü Sosyalist Parti fiilen yok edildi ve bir daha asla toparlanamadı. Vatanseverlik ve “kızıllara” karşı savunma adı altında yürütülen acımasız grev kırıcılığı da dahil olmak üzere, işçi hareketi, yalnızca Wobblies[v] değil çok daha fazlası, büyük ölçüde yok edildi.

Deliliğin seviyesi sonunda o kadar tuhaf hale geldi ki kendi kendini yok etti. Başsavcı Palmer ve yardımcısı J. Edgar Hoover, 1920 Mayıs’ında Bolşevikler tarafından yönetilen bir ayaklanma öngördü, bunun üzerine hararetli uyarılar eşliğinde polisi, orduyu ve yasadışı milisleri[vi] seferber etti. Gün birkaç piknikle geçti. Yaygın bir şekilde alay konusu olması ve “normalleşme” isteği çılgınlığa son verdi.

Bütün bunların kalıntıları oldu. Hochschild’in gözlemlediği gibi, Amerikan toplumu için ilerici seçenekler ciddi bir darbe aldı. Çok farklı bir ülke ortaya çıkabilirdi. Meydana gelen şey, intikam isteyen sokak faşizmiydi.

İdeoloji ve politikaya dönecek olursak, 80 yıl önce, büyük Veblenci siyasal iktisatçı Robert Brady, tüm endüstriyel kapitalist dünyanın, ekonomi ve sosyal yaşam üzerinde güçlü bir devlet kontrolünün olduğu  şu ya da bu faşizm biçimine doğru ilerlediğini ileri sürdü. Ayrı bir boyutta ise, yani oluşturulan politikalar üzerinde halkın etkisi (işleyen siyasi demokrasi) açısından sistemler keskin bir şekilde farklılık gösteriyordu.

Bu tür temalar o yıllarda belli ölçüde yaygındı ve sınırlı bir şekilde hem sol hem de sağ çevrelerin ötesinde göze çarpıyordu.

Mesele, savaş sonrası on yılların kurallara bağlanmış kapitalizminden, Adam Smith’in ekonominin efendilerinin hükümet politikasının başlıca mimarları olduğu ve onu kendi çıkarlarını korumak için tasarladıkları şeklindeki anlayışını zorla yeniden tesis eden neoliberal saldırıya geçişle bilhassa tartışmalı hale geliyor. Neoliberal sınıf savaşının seyri sırasında özel teşebbüsün gücünün hesap sorulamaz şekilde yoğunlaşması hem ekonomiyi hem de siyasi alanı giderek daha fazla kontrol ediyor.

Sonuç, hükümetin bize değil, başka birilerine hizmet ettiğine dair -hiç de yanlış olmayan- genel bir kanıdır. Yine büyük ölçüde aynı özel teşebbüs güç yoğunlaşmasının elinde olan doktrin sistemi dikkati gücün işleyişinden uzaklaştırarak, genellikle bazı kanıt parçacıklarına dayanan “komplo teorileri”ne kapı açıyor: Büyük Yer Değiştirme, liberal seçkinler, Yahudiler, diğer tanıdık uydurmalar. Bu da aslında, hiçbir zaman bastırılmamış ve vicdansız demagoglar tarafından kolaylıkla tekrar ortaya çıkarılabilecek zehirli dip akıntılarına dayanan “sokak faşizmi”ni doğurur. Bu “sokak faşizmi” ölçek ve karakter olarak, içinde bulunduğumuz çağın hırpalamasından sonra işleyen demokrasiden geriye kalanlar için artık hiç de küçük bir tehdit oluşturmuyor.

Bazıları tarihsel bir protestolar çağında yaşadığımızı iddia ediyor. Gerçekten de son 15 yılda dünyanın neredeyse her bölgesinde protesto hareketlerinde keskin bir artış görüldü. Geç-neoliberalizm çağında siyasi protestolar neden daha yaygın ve daha sık hale geldi? Dahası, bunları 1960’ların protesto hareketleriyle karşılaştırırsak ne söyleyebiliriz?

Protestoların birçok farklı kaynağı var. Neo-faşist Bolsonaro’nun Ekim seçimlerindeki yenilgisini protesto etmek için Brezilya’yı neredeyse durma noktasına getiren kamyoncu grevi, Washington’daki 6 Ocak protestolarına biraz benziyordu ve bazıları, seçilmiş Başkan Lula da Silva’nın göreve başlama günü olan 1 Ocak’ta tekrarlanabileceğinden korkuyor.

Ancak bu tür protestoların İran’da Jina Mahsa Amini’nin polis tarafından gözaltında öldürülmesinin yol açtığı olağanüstü ayaklanmayla hiçbir ortak yanı yok. Ayaklanma, çok daha geniş kesimleri de bir araya getirmesine rağmen çoğunlukla genç kadınlardan oluşan gençlerin önderliğinde gerçekleşiyor. Protestoların acil hedefi kadınların giyim ve davranışları üzerindeki katı denetimleri ortadan kaldırmak, bununla birlikte protestocular bunun ötesine geçiyor, bazen sert ruhban rejiminin devrilmesi çağrısında bulunacak kadar ileri gidiyorlar. Protestocular bazı zaferler kazandı. Rejim, Ahlak Polisi’nin dağıtılacağını belirtti, ancak bazıları duyurunun özünden şüphe duyuyor ve bu karar, cesur direnişin taleplerinin çok azını karşılıyor. Diğer protestoların kendine has özellikleri var.

Belli bir yere kadar ortak bir nokta varsa o da toplumsal düzenin genel olarak son on yıllardaki çöküşüdür. 60’ların protesto hareketleriyle benzerlikler bana zayıf görünüyor.

Neoliberalizm ile toplumsal huzursuzluk arasındaki bağlantı ne olursa olsun, yine de sosyalizmin dünyanın birçok yerinde hâlâ vatandaşlar arasında popülerlik kazanma mücadelesi verdiği açık. Bunun nedeni ne? Sosyalist bir geleceğe doğru ilerlemeyi engelleyen şey, gerçekte var olan sosyalizm”in mirası mı?

Faşizmde olduğu gibi, ilk soru “sosyalizm” ile neyi kastettiğimizdir. Geniş anlamda bu terim, işletmelerin işçilerin kontrolünde olması ile birlikte üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini ifade etmek için kullanılır. “Gerçekte var olan sosyalizm”in bu ideallerle neredeyse hiçbir benzerliği yoktu. Batılı kullanımda “sosyalizm”, bir dizi seçeneği kapsayan refah devleti kapitalizmi gibi bir anlama geldi.

Bu tür girişimler genellikle şiddetle bastırılmıştır. Daha önce sözü geçen Kızıl Korku, uzun süreli etkileri olan bir örnektir. Kısa bir süre sonra ise Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı, dünyanın büyük bir bölümünde radikal demokrasi dalgalarını uyandırdı. Galiplerin birincil görevi, ABD-İngiltere’nin İtalya’yı işgaliyle başlayarak bu dalgaları bastırmak, partizanlar liderliğindeki işçi ve köylü temelli sosyalist girişimleri dağıtmak ve faşist işbirlikçileri de dahil ederek geleneksel düzeni yeniden kurmaktı. Bu model, başka yerlerde çeşitli şekillerde, bazen aşırı bir şiddetle uygulandı. Rusya, kendi nüfuz alanlarında kendi demir kuralını dayattı. Üçüncü Dünya’da, benzer eğilimlerin bastırılması çok daha acımasızcaydı; ABD ordusunun kurtuluş teolojisinin yenilmesine yardım ettiği için resmi olarak övgü ve itibara hak kazandığını ileri sürdüğü Latin Amerika’da ABD şiddetinin ezdiği kilise temelli girişimler de buna dahildi.

Temel fikirler, düşmanca propagandanın çizdiği imajların dışına çıkarıldığında popülerliğini yitiriyor mu? Bu fikirlerin yüzeyin hemen altında olduğunu ve fırsatlar ortaya çıktığında ve değerlendirildiklerinde ortaya çıkabileceklerini düşünmek için iyi nedenlerimiz var.

[i] Rust Belt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1950’lerden itibaren endüstriyel gerileme yaşamış bir bölgesidir. ABD imalat sektörü, ABD GSYİH’sının yüzdesi olarak 1953’te zirveye ulaşmış ve o tarihten sonra, özellikle ABD’nin Kuzeydoğu ve Ortabatı bölgelerindeki belirli bölge ve şehirleri daha fazla etkileyerek düşüşe geçmişti. Özellikle eski ve ağır sanayi bölgesi olan bu bölge Pas Kuşağı olarak adlandırıldı. Pas Kuşağı olarak adlandırılan bu bölgenin, büyük ölçüde, çelik, otomobil ve kauçuk imalatı gibi önde gelen sanayilerde işgücü ve çıktı piyasalarındaki rekabet eksikliği nedeniyle gerilediği düşünülmektedir. Sebepler arasında imalat işlerinin denizaşırı ülkelere transferi, artan otomasyon ve ABD çelik ve kömür endüstrilerinin düşüşünün de yer aldığı iddia edilir. ç.n.

[ii] Precariat: güvencesiz ve geçici işlerde çalışanlar. ç.n.

[iii] Jim Crow yasaları (İngilizce: Jim Crow laws), 19. ve 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinde çıkartılmış ırk ayrımcısı (segregationist) yerel yasalardır. Yasalar, ABD’deki yeniden yapılanma döneminde Siyahilerin elde etmiş olduğu politik ve ekonomik kazançlara karşı çıkartılmıştır. Yasalar, Afro-Amerikalılar ile Beyazların sosyal ve politik hayatta ayrı kurumları kullanmalarını amaçlamış ve “ayrı, ama eşit” (İng: separate but equal) yasal doktrini ile temellendirilmişti. Jim Crow, bir İngiliz komedyen olan Thomas Rice’ın 1828’de yarattığı bir karakterdir. Rice’ın canlandırdığı karakter, geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya maruz kalan bir zenci tiplemesidir. Rice, karakteri canlandırırken yüzünü kömürle siyaha boyuyordu. Jim Crow, aşağılamak amacıyla Beyazlar tarafından Siyahlara takılan isimlerden biriydi.

[iv] Alexander Mitchell Palmer (1872–1936) Avukat, politikacı ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanı (Federal Başsavcı). ç.n.

[v] Dünya Sanayi İşçileri (IWW), 1905 yılında Chicago’da (Amerika Birleşik Devletleri) kurulmuş olan bir uluslararası işçi sendikasıdır. Üyeleri genellikle Wobblies olarak adlandırılır. ç.n.

[vi] Vigilante: ABD’de İç Savaş sırasında Siyahi insanları ve kölelik karşıtlarını kontrol etmek ve bastırmak için kanundışı araçlar kullanan bir örgütün üyesi -ç.n.