Bu konuşma,  17 Nisan 2024 tarihinde çevrimiçi olarak yapılmıştır.

Nuri Ersoy: İyi akşamlar. Eğitim-Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi adına, Filistin’deki son durum hakkında bilgi edinmek ve Türkiye’de yaşayan Filistin dostları olarak Gazze’de devam eden soykırımı durdurmak ve Filistinlilerin haklı mücadelesini desteklemek için neler yapabileceğimiz konusunda tartışmak üzere davetimizi kabul ettiği için Omar Barghouti’ye teşekkür etmek istiyorum. Bu akşam bize katıldığınız için teşekkür ederek başlamak istiyorum.

Omar Barghouti Filistinli bir insan hakları aktivisti ve Filistinlilerin öncülüğündeki Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) hareketinin kurucularından biridir. Kendisi 2017 yılında Gandhi Barış Ödülü’nü almıştır. Barghouti, New York’taki Columbia Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisliği alanında lisans ve yüksek lisans dereceleri almıştır. Amsterdam Üniversitesi’nde Felsefe (etik) alanında doktora yapmaktadır. BDS: The Global Struggle for Palestinian Rights (Haymarket: 2011) adlı kitabın yazarıdır. Yorum ve görüşleri New York Times, Guardian ve diğer gazetelerde yer almıştır.

Boykot, Tecrit, Yaptırımlar (BDS) özgürlük, adalet ve eşitlik için Filistinlilerin öncülük ettiği bir harekettir. BDS, Filistinlilerin insanlığın geri kalanıyla aynı haklara sahip olması gerektiği ilkesini savunmaktadır.

Güney Afrika’daki apartheid karşıtı hareketten esinlenen BDS, İsrail’i uluslararası hukuka uymaya zorlamak için bir eylem çağrısıdır. BDS, sendikalar, akademik dernekler, kiliseler ve dünyanın dört bir yanındaki taban hareketlerinden oluşan küresel bir harekettir. BDS, kurulduğu 2005 yılından bu yana büyük bir etki yaratmış, İsrail apartheidına ve yerleşimci-sömürgeciliğine verilen uluslararası desteğe etkili bir şekilde meydan okumuştur.

Omar, tekrar teşekkürler.

Omar Barghouti: İsrailli iş dünyası dergisi “The Marker” geçtiğimiz günlerde, İsrail’in elektrik şirketinin tesislerini genişletme planlarının, Türk hükümeti tarafından açıklanan ihracat kısıtlamaları veya sınırlı yaptırımlar nedeniyle bir krizle karşı karşıya olduğunu bildirdi. Türk Ticaret Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “önlemlerin demir, çelik, çimento, alüminyum, gübre, inşaat ekipmanları, uçak yakıtı ve daha fazlasını içeren 54 farklı kategorideki ürünün ihracatına uygulanacağı” belirtildi. Türkiye’de pek çok kişi bu önlemlerin yeterince ileri gitmediğine ve onlarca yıl olmasa bile altı ay geç geldiğine inanıyor. Türkiye’nin özellikle metal ihracatı, İsrail’in Gazze’deki soykırımının ilk altı ayı da dahil olmak üzere uzun yıllar boyunca İsrail’in silah endüstrisi için vazgeçilmez olmuştur.

Birkaç hafta önce BM Filistin Bölgesi İnsan Hakları Özel Raportörü Francesca Albanese, bu yılın başlarında Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrikalı avukatların açtığı yoldan ilerleyerek, BM İnsan Hakları Konseyi’ne, “İsrail’in soykırım suçu işlediğini gösteren eşiğin aşıldığına inanmak için makul gerekçeler olduğu” sonucuna vardığı çarpıcı, cesur, doğru ve zamanında bir rapor sundu. Albanese, İsrail’in işgal ve kuşatma altındaki Gazze Şeridi’nde 2.3 milyon Filistinliye karşı sürdürdüğü soykırımı bir bağlama oturttu. Bunu İsrail’in Filistin’de on yıllardır devam eden yerleşimci sömürgeciliği projesi ve bunun apartheid şeklinde tezahürü bağlamına oturttu. Özellikle “soykırım niyeti ve uygulamaları, ABD’deki Amerikan yerlilerinin, Avustralya’daki İlk Milletlerin ya da Namibya’daki Herero halkının deneyimlerinin gösterdiği gibi, yerleşimci sömürgeciliğin ideolojisi ve süreçlerinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Yerleşimci sömürgeciliği yerli topraklarını ve kaynaklarını ele geçirmeyi amaçladığından, yerli halkların salt varlığı bile yerleşimci toplum için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır.” Gerçekten de İsrail Savaş Bakanı Yoav Galant’ın Gazze’deki Filistinlileri “insansı hayvanlar” olarak tasvir etmesi ve onlara bu şekilde muamele etmesinin şeceresi, insanlığın çoğunluğunu oluşturan Avrupalı olmayan ulusların Avrupa ve Avro-Amerika tarafından insan yerine konulmamasının ve sömürgeci boyunduruk altına alınmasının, hatta birçok durumda yok edilmesinin karanlık tarihine kadar uzanmaktadır.

Aynı şekilde ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken de kısa bir süre önce”Uluslararası Sistemde masada değilseniz, menüde olursunuz” dedi. İki yıl önce AB Lideri Joseph Borelli “Avrupa bir bahçe, dünyanın çoğu yeri ise bir orman” demişti. Dolayısıyla, “yüksek doğum oranına sahip olan” orman “bahçeyi istila edebilir” dedi.

Geçtiğimiz Mayıs ayında AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Avrupa’nın en son yerleşimci kolonisi olan İsrail’in kuruluşunun 75. yıldönümünü kutlayan bir video mesajında, Siyonist yerleşimci kolonyalizminden önceki yüzyıllara dayanan yerli Arap Filistin mirasını silmek için umutsuz bir girişimde bulunarak ırkçı ve insanlıktan çıkarıcı bir kolonyal kinayeyi tekrarlayarak “Kelimenin tam anlamıyla çölü çiçeklendirdiniz” dedi. Ayrıca İsrail’in Filistin topraklarını, kültürünü ve insan varlığını sistematik olarak yok etmeye devam eden Nakbah’ını da aklamaya çalıştı.

Epistemik ve kültürel silme, ya da bazılarının deyimiyle epistemisid, özellikle soykırımda fiziksel silme, fiziksel ortadan kaldırmanın gerekli bir bileşeni olmuştur, çünkü onu daha tolere edilebilir ve daha az tartışılabilir kılar. Sonuçta zalimler, başlangıçta gerçekten var olmayan ya da varlığı yeterli öznellik oluşturmayan bir şeyi ortadan kaldırdıkları için suçlanamazlar. ABD merkezli Orta Doğu Çalışmaları Derneği, yakın zamanda yayınladığı bir bildiride bu silme işlemine değinerek, İsrail’in ABD ve diğer Batılı güçlerin açık desteğiyle yürüttüğü soykırım savaşının “Filistinlilerin ve tarihlerinin bu küçük kıyı şeridinden tamamen silinmesini sağlamak için planlandığını” savundu. Kısacası İsrail, Amerikalı ve Avrupalı müttefiklerinin aktif desteğiyle Filistin halkına karşı kültürel bir soykırım yürütmektedir.

Tıpkı Edward Said’in dönüm noktası niteliğindeki Oryantalizm adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, Batılı akademik kurumların “etik doktrinlerin” ve “sömürgecilik teknolojilerinin” temellerinin atılmasında ve daha sonra geliştirilmesinde çok büyük bir rol oynamış olması gibi. Bugün, aynı akademik kurumların birçoğu İsrail’in bir Terra Nullius[1] olan Filistin’de soykırımını sürdürmesi için çabalıyor. Çoğu bunu, İsrail’in baskı rejiminin bir ayağı olan İsrail üniversiteleriyle her zamanki gibi suç ortaklığı yapmaya devam ederek ya da Filistinlilerin seslerini ve Filistin haklarını savunanların giderek daha yüksek çıkan seslerini bastırarak yapıyor. Bizi eylemliliğimizden, soykırımı ifade etme, soykırıma direnme ve soykırımı durdurma becerimizden yoksun bırakmaya çalışıyorlar.

McCarthycilik, sansür, ifade özgürlüğü ve akademik özgürlüğün bastırılması sadece Filistinlilerin seslerini silmekle asla yetinmeyecektir. Her ne kadar bu sadece bir test alanı olsa da, sonunda ırksal adalet, ekonomik ve sosyal adalet ve iklim adaleti için verilen diğer mücadeleleri daha da bastırmak için kullanılabilecek baskı mekanizmalarının geliştirildiği bir laboratuvardır. İsrailli tarihçi Illan Pappé’ye göre çok geçmeden İsrail Küresel Güvenlik Devleti için bir model haline gelecek ve demokrasi, Kongo doğumlu Amerikalı sosyolog Pierre L. van den Berghe’nin “Herrenvolk demokrasisi”[2] olarak adlandırdığı, sadece Efendiler için demokrasi haline gelecektir ki İsrail her zaman böyleydi.

Dünyanın ilk canlı yayınlanan soykırımını gerçekleştiren İsrail’in Gazze’deki kendi laboratuarı, yeni bir “Güçlü olan haklıdır” paradigması oluşturmaya çalışıyor. Naomi Klein’ın deyimi ile “azınlık için üstünlükçü güvenlik ve emniyet vizyonunu” paylaşan sömürgeci güçler, adalet arayışı içinde tahakküm ve boyun eğdirme sistemlerine meydan okumaya cesaret eden daha zayıf ulusları ve ırksallaştırılmış toplulukları yok etmek ya da ezmek için İsrail’in bu paradigmasını taklit edebilirler.

İsrail lobisinin muazzam etkisi ve Batılı şirket ve finans elitlerinin jeo-stratejik çıkarları bir yana, İsrail’in soykırımında ve Batı’nın 76 yıllık yerleşimci sömürgeci apartheid rejiminin temelinde yatan suç ortaklığının arkasındaki temel faktörlerden biri, sömürgeci Batı ile İsrail’i birbirine bağlayan aile yakınlığıdır. İsrail’in önde gelen emekli generallerinden Itzhak Brik kısa bir süre önce İsrail askeri kurumları içinde ve dışında pek çok kişiyi şoke eden bir açıklamada bulundu: “Gazze’deki savaşı çoktan kaybettik ve dünyadaki müttefiklerimizi de baş döndürücü bir hızla kaybediyoruz.”

Bu neden önemli? Çünkü Naomi Klein’ın iddia ettiği gibi: “Birçok güç, İsrail’in Demir Kubbe’sinin başarısız olmasından endişe ediyor.” Klein şöyle diyor: “Peki ya bitmek bilmeyen savaşların, suç teşkil eden iklim kundaklamalarının[3] ve acımasız ekonomik politikaların yol açtığı kitlesel yerinden edilmeler karşısında diğer tüm demir kubbeler de başarısız olacak mı?” Sebepleri ne olursa olsun, sadece Batı’da değil, diğer ülkeler için de geçerli olan Batı’nın bu suç ortaklığı, üst düzey BM yetkilisi Craig Mokhiber’in geçtiğimiz Ekim ayında BM’den istifa etmeden günler önce yazdığı gibi “İsrail’in Gazze’deki soykırımının merkezinde yer almaktadır”. Mokhiber şöyle demişti: “Bu, ders kitabı niteliğinde bir soykırım vakasıdır. Filistin’deki Avrupalı etno-milliyetçi yerleşimci sömürgecilik projesi, Filistin’deki yerli yaşamın son kalıntılarının da hızla yok edilmesine yönelik son aşamasına girmiştir. Dahası, ABD, İngiltere ve Avrupa’nın büyük bir kısmının hükümetleri bu korkunç saldırının tam anlamıyla suç ortağıdır.” Aslında bu hükümetler saldırıyı aktif olarak silahlandırmakta, ekonomik ve istihbari destek sağlamakta ve İsrail’in zulmüne siyasi ve diplomatik kılıf uydurmaktadır.

Bu suç ortaklığının vahim biçimlerinden biri, birçok Batılı devletin, Gazze’deki ve Filistin’i çevreleyen ülkelerdeki Filistinli mültecilere insani yardım ve hizmet sağlayan vazgeçilmez bir BM kuruluşu olan UNRWA’nın fonlarını kesme kararıdır. ABD merkezli Lemkin Soykırımı Önleme Enstitüsü’nün de belirttiği gibi, “Özellikle bir soykırım sırasında İsrail’in, açlığı bir savaş silahı olarak kullanmasına iştirak etmek, fonları kesen bu devletleri İsrail’in soykırımına doğrudan iştirak eder hale getirmektedir.” İsrail, açlıktan ölmek üzere olan Filistinlilere yönelik “un katliamı”[4] olarak bilinen son katliam da dahil olmak üzere açlığa mahkum etmek, aralıksız katliamlar, bulaşıcı hastalıkları yaymak ve UNRWA’ya yönelik cepheden saldırılar yoluyla Refah’tan 1,4 milyondan fazla Filistinliyi etnik olarak temizlemeyi, devam etmekte olan Nakbah’ı tamamlayacak ikinci bir Nakbah’ı hedeflemektedir. Bu tam suç ortaklığı, Batı’nın egemenliğindeki uluslararası hukuk sisteminin güvenilirliğinden geriye ne kaldıysa onu da yok etmektedir, zira Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) sadece İsrail değil bu sistem de yargılanmaktadır. İsrail ve ABD liderliğindeki Batı müesses nizamı, uluslararası hukukun hegemonik bir versiyonunu agresif bir şekilde desteklemekte ve bu versiyonu baskı sistemlerini meşrulaştırmak ve sürdürmek için bir araç haline getirmektedir.

Güney Afrika’da apartheid’ı sona erdiren mücadelenin gösterdiği gibi, İsrail’in baskı sisteminde devletin, şirketlerin ve kurumların suç ortaklığını özellikle BDS’nin şiddet içermeyen taktikleri yoluyla sona erdirmek, dayanışmanın en etkili biçimidir. Bu nedenle, 2005 yılında başlatılan Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) hareketi hakkında biraz açıklama yapmama izin verin. Şiddet içermeyen ırkçılık karşıtı BDS hareketi, Filistin toplumundaki en geniş koalisyon tarafından yönetilmektedir. Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadeleden ve ABD’deki Sivil Haklar mücadelesinden esinlenmiştir, ancak esas olarak Filistin halkının yüzyıllık direnişine dayanmaktadır. İsrail’in işgalci sömürgeciliğine ve apartheid’a son vermeyi ve yerli Filistin halkının vazgeçilmez haklarını, özellikle de Filistinli mültecilerin evlerine dönme ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan tazminat alma haklarını korumayı amaçlamaktadır. BDS hareketi, İslamofobi ve antisemitizm de dahil olmak üzere her türlü ırkçılığa kategorik olarak karşı çıkmaktadır. BDS, kimliği değil suç ortaklığını hedef alır.

2022 yılında yapılan bir ankete göre tüm Amerikalı Yahudilerin %16’sı BDS’yi destekliyor ve bu oran 40 yaşın altındakilerde keskin bir şekilde yükseliyor. Soykırım bir yana, İsrail’in kuşatması, etnik temizliği, katliamları, toprak hırsızlığı ve apartheid’ının hiç de Yahudilere yönelik bir yanı olmadığını anlıyorlar. Dolayısıyla bu adaletsizlik sistemlerini sona erdirmek için BDS’yi desteklemenin Yahudi karşıtı hiçbir yanı yoktur. Dünyadaki aşırı sağın büyük bir kısmına örnek teşkil eden İsrail’in baskı rejimi sadece Filistinlilere değil, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insana da zarar vermektedir. İsrail bugün Batı’da çoğu baştan aşağı antisemit olan faşist partilerin ve dünya çapında aşırı sağcı ve otoriter rejimlerin ortağıdır. Askeri ve güvenlik teknolojilerini ve sömürgeci doktrinlerini “savaşta test edilmiş” olarak satmaktadır, tabii ki bunlar bizim ve Lübnanlıların bedenleri üzerinde test edilmiştir. Askeri doktrinlerini ve NSO’nun Pegasus’u ve diğerleri gibi silahlandırılmış casus yazılım teknolojilerini ihraç ederek ve dezenformasyon ve seçim hilesi hizmetlerini bir diplomasi aracı olarak satarak, İsrail on yıllardır sadece Batı’da ve dünyanın pek çok yerinde yasadışı gözetlemenin değil, aynı zamanda son 19 yılda küresel olarak diktatörlükler tarafından işlenen savaş suçlarının da iştirakçisi olmuştur.

BDS hareketi, sendikalar, çiftçi koalisyonları, ırksal, sosyal, toplumsal cinsiyet ve iklim adaleti hareketleri tarafından desteklenen ve dünya çapında on milyonlarca kişiyi temsil eden devasa bir ağ oluşturmuştur. BDS hareketinin doğrudan ve dolaylı etkisi nedeniyle devasa devlet fonları ve yatırım fonları, ABD’deki büyük kiliseler, İsrail’in ihlallerine ortak olan şirket ve bankalardan el çekmiştir. Belçika’daki Liege ve Veriers’den Norveç’teki Oslo’ya ve Brezilya’daki Belem’e kadar pek çok belediye İsrail’in işlediği suçlara ortak olmaya son vermek için kararlı adımlar atmıştır.

Türkiye’de ise yakın zamanda Adana ve Antalya şehirleri sırasıyla İsrailli muadilleri Beerşiba ve Batiyam ile olan kardeş şehir protokollerini iptal ettiler. Bu karar BDS Türkiye ve müttefiklerinin yoğun kampanyalarının ardından geldi. G4S, Viola, Orange, HP, Puma ve diğerleri gibi büyük çok uluslu şirketler İsrail ekonomisindeki suç ortaklıklarını tamamen veya kısmen sona erdirdiler. Akademi, kültür, spor ve diğer alanlarda BDS’nin etkisi ve erişimi muazzam ölçüde artmıştır. Kısa bir süre önce Norveç’teki beş üniversite, İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırım savaşının başlamasından bu yana İsrailli meslektaşlarıyla akademik ilişkilerini askıya aldı.

BDS’nin bu etkisi bazı devletleri etkilemeye başlamıştır. Hareket, birçok ortağıyla birlikte, İsrail’in bir apartheid devleti olduğuna dair artık yaygın olarak kabul gören analizimizi yaygınlaştırarak ve uluslararası hukuk kapsamındaki yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesi için hedeflenen yasal yaptırımları, özellikle de kapsamlı bir çift yönlü silah ambargosunu savunarak, İsrail’in savaş suçları, insanlığa karşı suçları ve soykırımında devletlerin ve şirketlerin suç ortaklığını sona erdirmek için politika yapıcılar üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmaktadır. Kısa bir süre önce toplanan BM İnsan Hakları Konseyi, diğer hedefli yaptırımların yanı sıra İsrail’e karşı tam bir askeri ambargo çağrısında bulunan bir kararı kabul etmiştir.

BDS’nin etkisi, Güney Afrika’nın UAD’de açtığı İsrail’i soykırımla suçlayan dava ve ardından UAD’nin makul bir şekilde 26 Ocak’ta İsrail’in Gazze’de soykırım uyguladığına hükmetmesiyle de vurgulanmıştır. 23 Şubat’ta, insan hakları uzmanları soykırım riskine atıfta bulunan çığır açan bir bildiri yayınlamıştır. Soykırım riskine atıfta bulunan BM İnsan Hakları uzmanları, tüm devletleri İsrail’e tüm silah ihracatını derhal durdurarak ve ticaret, finans, seyahat, teknoloji ve işbirliği konularında yaptırımlar uygulayarak yasal yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı. Bu, BDS hareketinin taleplerini yansıtmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye’nin şu anda ne yaptığını söylemek önemlidir. Türk hükümeti hayırsever bir davranışta bulunmuyor, İsrail’in soykırım yaptığına dair UAD kararının tetiklediği yasal bir yükümlülüğü yerine getiriyor.

Soykırım sözleşmesine göre, her devletin soykırımdaki suç ortaklığını sona erdirmek için harekete geçme konusunda yasal bir sorumluluğu vardır. Hollanda Çok Uluslu Şirketler Araştırma Merkezi SOMO, birkaç gün önce tam da bunu ifade eden bir rapor yayınladı. Raporun başlığı “Making a Killing[5]“. Rapor, devletlere Gazze’deki soykırımı önleme ve soykırım eylemleri ve kışkırtmalarındaki tüm suç ortaklığına son verme konusundaki yasal yükümlülüklerini hatırlatıyor. Raporda ayrıca “Soykırım Sözleşmesi’nin 1. Maddesine uymak için devletler, kendi yetki alanlarında yerleşik şirketlerin Gazze’deki soykırım eylemlerine karışmasını önlemek için etkili önlemler almalı ve karışmaları halinde bu şirketlere yaptırım uygulamalıdır” deniyor. Yani bir hükümet size “İsrail ile ilişki özel şirketler arasında, bizi ilgilendirmez” derse bu bir mazeret olamaz. Türkiye’de yerleşik herhangi bir özel şirket, Türk devletinin bu şirketin uluslararası hukuku, özellikle de soykırım sözleşmesini ihlal etmemesini sağlama sorumluluğuna sahip olduğu anlamına gelir. Bu Türkiye ve diğer tüm devletler için bir devlet yükümlülüğüdür.

Hatta bazı devletler İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmiş ya da seviyesini düşürmüştür. Kolombiya İsrail silahlarının ithalatını durdurma kararı alırken, ABD’nin uydu devletleri arasında tartışmasız en itaatkâr olan Kanada İsrail’e silah ihracatını durdurma kararı aldı. Dünyanın en büyük devlet fonu olan Norveç’in emeklilik fonu, 500 milyon dolar değerindeki İsrail devlet tahvillerini elden çıkardı. Malezya tüm İsrail gemilerinin limanlarına girişini yasakladı. Türkiye’nin de benzer bir şey yaptığını görecek miyiz?

12 Şubat’ta, bir Hollanda mahkemesi hükümetin F-35 savaş uçağı parçalarının İsrail’e ihracatını askıya almasını emretti. 29 Şubat’ta İspanya’daki ana iktidar partisi olan İspanyol Sosyalist İşçi Partisi, Parlamento’da diğer partilerle birlikte İspanya’nın İsrail ile silah ticaretinin derhal askıya alınması yönünde oy kullandı. Aynı gün Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro İsrail’den silah alımının tamamen askıya alındığını açıkladı. 1 Mart’ta Nikaragua, Almanya’yı İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımını kolaylaştırmak ve apartheid dahil olmak üzere İsrail’in diğer suçlarına ortak olmakla suçlayarak soykırım sözleşmesi kapsamında UAD’de Almanya aleyhine bir dava açtı.

İsrail’in soykırımı meşrulaştıran propagandasının ana akım medyada hakim olduğu ABD’de bile, bugün ABD seçmenlerinin çoğunluğu İsrail’e askeri fon ve silah sevkiyatının durdurulmasını ya da şarta bağlanmasını desteklemektedir. McDonald’s gibi suç ortaklığı yapan şirketler BDS kampanyalarının önemli etkisini kabul ederken Carrefour, Calve ve AXA gibi diğer şirketler de bu baskıyı hissetmektedir. Sadece geçtiğimiz ay, BDS’nin, Japonya’nın ve müttefiklerinin İsrail’in soykırım yaptığına dair makul UAD kararına atıfta bulunan baskılarının ardından, iki büyük Japon şirketi Nippon Aircraft Supply ve Itochu Corporation, İsrail’in en büyük özel silah üreticisi Elbit sistemleri ile ilişkilerini sonlandırdı.

Belçika, Hindistan, Katalonya, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Kaliforniya ve Güney Afrika’daki liman işçileri sendikaları İsrail gemilerine ya da İsrail’e silah sevkiyatına karşı önlemler aldı. Ancak çok daha fazlasını görmemiz gerekiyor.

On binlerce sanatçı ve akademisyen “bireyleri değil, suç ortağı kurumları hedef alarak” İsrail’e yönelik kültürel ve akademik boykotu desteklediklerini açıkladılar: Belçika Kültür Bakanlığı İsrail’in Eurovision’dan men edilmesi çağrısında bulundu ki biz ve Avrupa’daki ortaklarımız da bu yönde kampanya yürütmekteyiz. Batı Asya Futbol Federasyonu İsrail’in FIFA üyeliğinin askıya alınması çağrısında bulundu ve İsrail’in Olimpiyatlardan dışlanması için yapılan çağrılar muazzam bir şekilde arttı.

Türkiye öncülük etmeli ve İsrail’in yerleşimci sömürgeci baskı rejimiyle her türlü devlet ve şirket suç ortaklığına son vermelidir. Türkiye’deki kurumlar da suç ortağı İsrail kurumlarıyla, kültür kurumlarıyla vb. ilişkilerini kesmelidir. İsrail ile askeri güvenlik ilişkisi en yüksek öncelik olarak sona erdirilmelidir.

BDS hareketi, Türkiye de dahil olmak üzere her yerdeki vicdan sahibi insanları aşağıdakileri yaparak Filistin Kurtuluş mücadelesiyle anlamlı bir dayanışmayı yükseltmeye çağırmaktadır:

  • Ticaretin olageldiği gibi yürümesine meydan okunmalı ve her türlü ticaret barışçıl bir şekilde sekteye uğratılmalıdır. İsrail’e silah sevkiyatının barışçıl bir şekilde sekteye uğratılması için sendikalarla birlikte örgütlenmek önemli bir örnektir.
  • Apartheid Güney Afrika’sının boykot edildiği gibi İsrail ve suç ortağı kurumlara yönelik akademik, kültürel ve sportif boykotlar artırılmalıdır.
  • Başta ordu ile bağlantılı olanlar olmak üzere Intel, Chevron, Siemens, AXA, Calve, Carrefour, McDonald’s ve benzeri suç ortağı şirketlere karşı stratejik boykot ve tecrit kampanyaları artırılmalıdır.
  • Adana belediyesi örneğinde olduğu gibi kurumlara, üniversitelere, kiliselere, kültür kurumlarına, herhangi bir yerde ağır insan hakları ihlallerine karışmış şirketleri dışlayan satın alma ve yatırım yönergelerini benimsemeleri için baskı yapmak üzere kampanyalar düzenlemelidir. Bu yönergeler daha sonra BDS aktivistleri tarafından özellikle İsrail’in soykırım apartheid işgaline ve yerleşimlerine dahil olan şirketleri dışlamak için kullanılabilir.
  • İsrail’in BM Genel Kurulu’ndan, olimpiyatlardan, FIFA’dan, Eurovision’dan ihraç edilmesi, özellikle kapsamlı bir askeri ambargo başta olmak üzere hedefe yönelik anlamlı yaptırımlar uygulanması için geniş bir destek oluşturulmalıdır.

Eğer şiddet ve baskıdan nefret ediyorsanız, eğer zulümden nefret ediyorsanız suç ortaklığına son verin. Bizim gibi, kimliği ne olursa olsun herkes için özgürlük, adalet, haysiyet ve eşitliği istiyorsanız, İsrail’in 76 yıllık baskı rejimini ve onunla birlikte Batı’da ve her yerde sömürgeciliğin dirençli yapısını ve tahayyüllerini ortadan kaldırmamıza yardımcı olmak için baskı uygulayın.

Ancak bu şekilde hiçbir ulusun ya da topluluğun bir daha epistemik ya da fiziksel silinmeye maruz kalmamasını ya da hegemonik güçler menüsünde yer almamasını sağlayabiliriz. Adalet ve tam özgürleşme konusunda ısrar ettiğiniz için, teşekkür ederim.

Nuri Ersoy: Bu ilham verici konuşma için çok teşekkür ederim Ömer. Belki bir soru sorabilirim. Orta Doğu’da İsrail ve İran arasındaki bu son gerginlik ve Batılı güçlerin müdahalesi göz önüne alındığında, BDS hareketi açısından durumun nasıl gelişeceğini düşünüyorsun? Bu gerilim kutuplaşmayı artırıyor ve İsrail’in Batılı müttefikleri, İsrail ne yaparsa yapsın onu destekliyor. Batılı ülkelerin halkları gösteriler yapıyor ve Filistin’i destekliyor, hatta Amerika Birleşik Devletleri’nde bile birçok gösteri var. Ancak gerilim tırmandığında, tam ölçekli bir savaş ihtimali ortaya çıktığında, bu tırmanış insanların Filistin davasını destekleme çabalarını nasıl etkileyecek?

Omar Barghouti: İsrail’in Suriye’de ve başka yerlerde gerçekleştirdiği saldırıların, kamuoyunun dikkatini Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımdan uzaklaştırmayı amaçladığına inanıyoruz. İsrail bir yan gösteri istiyor ki insanlar Gazze’deki soykırım sırasında işlediği korkunç suçları, vahşeti ve ahlaksızlığı, hastanelerin ve evlerin yıkılmasını, masum sivillerin katledilmesini, açlığa mahkum edilmesini ve uluslararası insan hakları uzmanları tarafından çok iyi bir şekilde belgelendiği gibi, suç teşkil eden eylemlerini görmeyi bıraksın.

İsrail, insanların bunu unutmasını ve ABD’yi bölgesel bir savaşa dahil etmek için sürdürdüğü girişimlere odaklanmasını istiyor. Dolayısıyla Gazze’de soykırıma maruz kalan Filistinlilere odaklanarak buna direnmeliyiz. Asıl mesele budur. Meselenin özü budur ve kökleri onlarca yıllık İsrail yerleşimci sömürgeciliğine dayanmaktadır. Tüm bu şiddetin temelinde yatan sebep budur. Dolayısıyla hegemonik Batı medyasının tartışmayı başka bir yere çekmesine izin vermemeliyiz. Elbette, en sevdikleri yerleşimci kolonisi İsrail’i savunmak için her şeyi bekliyorlar. Eğer İsrail başka bir ülkeye saldırırsa, bunu meşrulaştırıyorlar. Eğer başka bir ülke karşılık verirse, o zaman o ülkeye karşı yaptırım çağrısında bulunuyorlar. Ancak altı buçuk aydır süren soykırım, ikiyüzlü sömürgeci Batılı hükümetler arasında yaptırım çağrılarına neden olmadı. Dolayısıyla yapmamız gereken şey, bu mücadeleyi tabanda ve sivil toplum düzeyinde sürdürmek ve politika değişikliğini sağlayacak gücü oluşturmaktır. Bunun başka bir yolu yok.

ABD’nin hakimiyetindeki bu uluslararası düzene meydan okumalıyız. Bu düzen, ABD’nin ve sömürgeci Avrupalı güçlerin herhangi bir müttefikinin dilediğini yapabileceğini söylüyor. İsrail’in tarihte ilk kez yaptığı gibi canlı yayında soykırım yapabilirler ve bu yanlarına kar kalır; ama müttefik olmayan, ABD’nin ve sömürgeci Batılı Güçlerin düşmanı olan her ülke yaptırımlara maruz kalacak, dayak yiyecek ve bir şey yaparlarsa sonuçlarına katlanacaklardır. Bu düzene karşı çıkmalı ve uluslararası hukukun ancak herkese eşit şekilde uygulandığında bir anlamı ve inandırıcılığı olabileceğini söylemeliyiz. Hiç kimse istisnai bir statüye sahip olmamalıdır.

Güney Afrika Başpiskoposu Desmond Tutu bir keresinde İsrail’in herkesten ve uluslararası hukuktan üstün tutulduğunu söylemişti. BDS temelde İsrail’i tahtından indiriyor, böylece aynı suçları işleyen diğer herkes gibi muamele görüyor, ne daha iyi ne de daha kötü. Bu yan gösterinin, bu dikkat dağıtma girişiminin, İsrail’in vahşetini gören ve artık yalanlarını, uydurmalarını ve propagandasını kabul edemeyen dünya halklarının gazabından kaçınmasına yardımcı olacağını sanmıyorum,  her ne kadar Batılı Filistin karşıtı müttefiklerinden gelen yalanlar olsa da…

Nuri Ersoy: Kesinlikle katılıyorum. Evet, Türkiye’deki politika değişikliği, soruna odaklanan bazı çok zayıf gösterilerin bir sonucudur. Ayrıca Türkiye’nin İsrail’e yaptığı ihracatı deşifre eden tek bir gazetecinin çabaları sayesinde hükümetin bu politikayı değiştirmesi gerektiği yönünde bir kamuoyu oluştu. Hatta bazı yorumcular son seçim sonuçlarının bu deşifre nedeniyle etkilendiğine inanıyor. Umarım çabalarınız Filistin halkının özgürleşmesi ve kendi devletlerini kurmaları yönünde olumlu bir değişimle sonuçlanır. Yorumlarınız için çok teşekkür ederiz.

[1]  hiçbiṙ devlete aiṫ olmayan toprak

[2] Herrenvolk demokrasisi, sadece belirli bir etnik grubun yönetime katıldığı, diğer grupların ise haklarından mahrum edildiği bir hükümet sistemidir. “Üstün irk” anlamina gelen Almanca Herrenvolk terimi, sömürgeciliği Avrupalıların sözde ırksal üstünlüğü ile meşrulaştıran 19. yüzyil söyleminde kullanılmıştır. Amerika Konfedere Devletleri (1861-1865), Apartheid Güney Afrikası (1948-1994) ve Rodezya (1965-1979) herrenvolk demokrasinin tipik örnekleri olarak kabul edilir. Seçimler genellikle serbesttir, ancak oy kullanma hakkı belirli bir etnik gruba veya ırka dayalı olarak kısıtlanır ve yönetim, siyasi olarak egemen olan etnik gruba veya ırka uygun olarak şekillenir ve onun çıkarlarını yansıtır. (Wikipedia)

[3] Noemi Klein, küresel ısınmayı, edilgen bir şekilde gerçekleşen bir olay olarak değil etken bir şekilde ivmelendirilen bir “iklim kundaklaması” olarak adlandırıyor.

[4] Gazze Şeridi’nde 29 Şubat 2024 tarihinde meydana gelen un katliamında, İsrail güçlerinin Gazze Şehri’nin sahil kesimindeki Al-Rashid Caddesi’nde yardım kamyonlarından yiyecek isteyen sivillere ateş açması sonucu en az 118 Filistinli hayatını kaybetmiş ve 760 kişi yaralanmıştı.

[5] Bir Cinayet Nasıl İşlenir