Seçimlere çok az bir sürenin kaldığı bugünlerde gereğinden uzun sürmüş olan Erdoğan/AKP iktidarının ağır baskı politikasından ve yarattığı çok yönlü yıkımdan haklı olarak kurtulmak isteyen geniş kesimler, “hele Erdoğan ve AKP bir gitsin, muhalefet elbette ülkeyi toparlamanın bir yolunu bulacaktır” özlemi ve umudu içinde.

Muhalefete oy verecek olanların, ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken Erdoğan/AKP iktidarından bir an önce kurtulmak istemesi elbette son derece doğal ve insani bir tepki. Bununla birlikte, sorumlu bir aydın tutumu seçimlerden sonra ülkeyi bekleyen ağır sorunlara vurgu yapmayı ve “millet ittifakı”nda bir araya gelen muhalefetin bu sorunların üstesinden gelme kapasitesini değerlendirmeyi gerektiriyor.

Erdoğan ve AKP Kazanırsa Ne olur?

Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerini mevcut iktidarın kazanması durumunda ne olacağını uzun uzun irdelemeye gerek olduğunu sanmıyorum. Türkiye’nin yaşamakta olduğu çok yönlü yıkım süreci devam edecektir.

Türkiye ekonomisinin büyük bir krizin eşiğinde olduğu pek çok iktisatçı tarafından dile getiriliyor. Her ne kadar Tayyip Erdoğan uluslararası finans çevreleri karşısında teslim olmuş görünse ve Mehmet Şimşek “yeniden dengelenme” adı altında Türkiye ekonomisini “yumuşak inişe” geçirecek bir programdan bahsetse de, Erdoğan/AKP iktidarının klasik bir kemer sıkma politikasını uygulamaya pek istekli olmadığı biliniyor. Erdoğan, koşulları uygun gördüğünde, dayandığı inşaat temelli burjuvazinin faaliyetleriyle hayat bulan  büyüme modeline nefes aldırmaya çalışacaktır. Bunu da bir tür “kumanda ekonomisine” başvurarak, para politikasını denetim altına alarak ve seküler burjuvazinin aleyhine sermaye transferlerini sürdürerek yapmaya çalışacağı sır değil. Seçimlerden bir süre sonra Tayyip Erdoğan ve AKP bu şekilde bir “direnişe” geçerse, kapıda bekleyen ekonomik krizin daha yıkıcı biçimde gerçekleşeceği neredeyse kesin görünüyor. Erdoğan/AKP iktidarı altında devlet kurumlarında ve eğitim, yargı, sağlık gibi toplumsal hizmet alanlarında yaşanan çöküşün hızlanarak devam edeceğine de kuşku olmadığını söyleyebiliriz. Kısacası, seçimlerin mevcut iktidar yapısı tarafından kazanılması tam bir yıkım senaryosunu gündeme getirecektir.

Peki Ya Muhalefet Kazanırsa?

Kimileri, muhalefetin kazanması durumunda kapıda bekleyen ekonomik krizin gerçekleşmeyeceğini, “istikrarı” sağlamaya dönük belirli ekonomik önlemlerle ve en önemlisi Batı’nın sıcak para musluğunu açmasıyla görece yumuşak bir geçişin sağlanacağını varsayıyor.

Ben bu görüşe katılmıyorum. Türkiye ekonomisinin sürdürülemez hale gelen yapısal sorunları dış konjonktürde öylesine kritik bir dönemeçle çakışıyor ki bu koşullarda seçimlerin sonucu ne olursa olsun kriz yüksek bir olasılık olarak karşımıza çıkıyor. Seçimleri muhalefetin kazanması durumunda muhtemelen bir süre sonra böyle bir krizin bütün potansiyeliyle gerçekleşmemesi için IMF ile bir stand-by anlaşmasına gidilecektir. Fakat bu da zaten krize girildiğinin açık bir kabulü olacaktır.

Ekonomik Krizin Unsurları

Seçimleri muhalefet kazanırsa, ekonominin dışa bağımlı yapısı yüzünden ekonomik büyüme yüksek cari açığı beraberinde getirdiği için yeni iktidar “kemer sıkma politikası” uygulayacak. AKP iktidarının ekonomiyi canlandırmak ve oy tabanını konsolide etmek için başvurduğu devlet harcamaları ciddi şekilde kısılacak, faizler uluslararası finans merkezlerinin talepleri doğrultusunda yüksek tutulacak, böylelikle ekonomik büyüme yavaşlatılacak. Başka bir ifadeyle, ekonomide bir durgunluk dönemine gireceğiz. Bu daraltıcı ekonomi politikasının amacı bütçe açıklarını, enflasyonu ve cari açığı kontrol altına alarak ülkeye yeniden sıcak para girişinin önünü açmak, uluslararası finans merkezleri nezdinde Türkiye’nin kredibilitesini yükseltmek, böylelikle dış borçların çevrilmesini sağlamak olacak.

Burada kritik soru şu: 16 yıllık AKP döneminde özellikle şirketlerin aşırı ölçüde dış borçlanmaya gittiği, fakat bu kaynakların üretken yatırımlara değil popüler tabirle “betona gömüldüğü”, uluslararası konjonktürde ise AKP iktidarının ömrünü uzatan döviz bolluğu döneminin sonuna gelindiği koşullarda bu önlemler bir ekonomik krizden kaçınmak için yeterli olur mu?

Öncelikle reel sektör şirketlerinin son derece yüksek bir döviz borcu içinde olduğu biliniyor. Ekonomi basınında, olumsuzlaşan iç ve dış koşullar nedeniyle çok sayıda büyük şirketin borçlarını yeniden yapılandırmak üzere bankalara başvurmak için sırada oldukları dile getiriliyor. Korkulan, bu şirketlerin bankalardan aldıkları kredileri ödeyememeleri durumunda, bu kredileri sağlamak üzere kendileri de Avrupalı büyük bankalardan borçlanmış olan Türkiye’deki bankaların zora girmesi.

Normal koşullarda faizler yükseltilip ekonomi yavaşlatıldığında ve cari açık kontrol altına alındığında, döviz kurlarının durulması beklenir. Bunu sağlayacak olan iki önemli faktör, döviz talebinin azalması ve yurtdışından sağlanacak sıcak para akımlarıdır.

Oysa küresel ekonomide 2007/8 krizinin ardından uygulanan parasal genişleme döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Amerikan Merkez Bankası FED’in geçtiğimiz haftaki faiz artırımından sonra 2018 yılında iki kez daha faiz artırımı yapması bekleniyor. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise, Aralık 2018 sonu itibariyle parasal genişlemeye son vereceğini açıkladı. Uluslararası piyasalarda döviz likiditesinin azalması, “gelişmekte olan ülkeler” denilen bizim kategorimizdeki ülkelerin para birimlerini yakından tehdit ediyor. Türkiye ise olumsuz ekonomik göstergeleriyle ucuz ve bol dış finansman imkânlarının azalmasından en fazla etkilenecek ülkelerin başında sayılıyor. Küresel ekonomideki olumsuz tabloya, yine piyasaları tedirgin eden ABD ile Çin ve Avrupa ülkeleri arasındaki “ticaret savaşları”nı da eklemeliyiz.

Dış koşullardaki bu bozulmaya içeride artan “dolarizasyon” eşlik ediyor. Döviz hesapları olanlar, döviz kurlarının rekor kırmasına rağmen kurların daha da yükseleceği beklentisiyle döviz birikimlerini bozmuyorlar.

Bu iki faktör, yüksek döviz borçlusu reel sektörün kalıcı döviz talebi de göz önüne alındığında, önümüzdeki dönemde döviz kurlarının yükselme eğiliminde olmasını kuvvetle muhtemel hale getiriyor. Türkiye’de döviz kurlarındaki yükseliş, “enflasyonist geçirkenlik” nedeniyle yüksek enflasyon olarak karşımıza çıkıyor.

Bu olasılıklar gerçekleşirse, muhalefetin kuracağı yeni iktidar hem ekonominin daralacağı hem de döviz kurları ve enflasyonun yükselmeye devam edeceği zor bir tabloyla karşı karşıya kalacaktır. Bu koşullarda kur ve enflasyon artışını önlemenin tek yolu, zaten yüksek olan faizleri daha da yükseltmek olacaktır ki böylelikle giderek daralacak bir ekonomide yüksek derecede borçlu reel sektörün nasıl ayakta kalacağı büyük bir soru işaretidir. Benim öngörüm, daralan iç talep koşullarında yüksek döviz borçlusu şirketlerden başlayıp bankacılık sektörüne sirayet edecek bir krizin ciddi bir olasılık olduğu yönünde.

Muhalefetin Restorasyon Kapasitesi

Ekonomide muhalefeti çok zor bir dönem bekliyor. Buna karşın, “millet ittifakını” oluşturan partiler/liderler, kemer sıkma politikalarının ve olası bir krizin çalışan sınıflarda ve zaten kötü durumdaki işsiz ve yoksul kesimlerde yaratacağı son derece ciddi sarsıntıyı hafifletmeye dönük herhangi bir programa sahip değiller. Örneğin Muharrem İnce ve Meral Akşener “halk değil devlet kemer sıkacak” şeklinde, son derece popülist bir söylemin ötesine geçemiyorlar. “Saray”ın kapatılıp israfa son verilmesi, bakanlıkların makam araçları gibi lüks harcamalarının kısılması türünden önlemler, miting alanlarında kulağa hoş gelse de ülkeye sıcak para çekmek uğruna uygulanacak ve toplumun geniş kesimlerinin yoksullaşmasıyla sonuçlanacak “kemer sıkma politikaları” konusunda hiçbir şey söylemiyor. Ücretlerin ve emekli maaşlarının reel olarak gerilemesi, güvencesiz ve çok düşük ücretlerle çalışmanın mevcut durumun da ötesinde yaygınlaşması ve yoğun işsizlik ülkenin “normalleşmesi” demek olmayacak, aksine politik sonuçları açısından çok belirsiz bir dönemi beraberinde getirecektir.

Devlet Kurumlarının ve Toplumsal Hizmet Alanlarının Restorasyonu

Hepimizin bildiği gibi, 16 yıllık Erdoğan/AKP iktidarı sadece ekonomide büyük bir enkaz yaratmakla kalmadı. Bu dönemde görece demokratik bir işleyişin temelini oluşturan kurumsal yapılar da tam bir çöküş sürecine girdi.

Seçimleri “millet ittifakının” kazanması durumunda gerçek bir restorasyondan geçirilmesi gereken üç öncelikli alan var: eğitim, adalet ve sağlık.

Bu toplumsal hizmet alanlarında nasıl bir tahribatın yaşandığını uzun uzadıya ele almaya sanırım gerek yok. Örneğin kısaca eğitim alanına değinelim. Eğitimde seküler devlet okullarının imam hatipler tarafından kuşatıldığı, seküler devlet okullarında ise din derslerinin ağırlığının giderek arttırıldığı, “proje okulları” uygulamasıyla ülkenin nitelikli anadolu liselerinin içinin boşaltıldığı, genel olarak eğitimin niteliğinin uluslararası standartların çok gerisine düşürüldüğü bir tabloyla karşı karşıyayız. Mevcut eğitim kurumlarından mezun olan kuşakları bu açıdan “kayıp kuşaklar” olarak nitelendirmek bile mümkün.

Muhalefet cephesine baktığımızda eğitim alanına dönük kapsamlı bir reform programının temel öncüllerini dahi göremiyoruz. Örneğin CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, “çocuklarına mevcut din derslerine ek olarak fıkıh, kelam gibi ek din dersleri aldırmak isteyen muhafazakâr ailelerin taleplerinin karşılanacağını, fakat din dersleri seçmeli olacağı için istemeyen ailelerinin çocuklarının da bu dersleri almayacağını” söylüyor. Neresinden bakarsak bakalım, bu söylemin muhafazakârların oylarını almak ile seküler kesimlerin taleplerini karşılamak arasına sıkışmış popülist bir yaklaşım olduğunu, gerçek bir eğitim reformu perspektifiyle de pek bir ilgisinin olmadığını tespit etmek zor değil.

Benzer bir durum yargı, sağlık ve diğer toplumsal hizmet alanlarında da karşımıza çıkıyor. Muhalefet adayları, bütün bu alanlarda tam bir çöküş içindeki kurumların nasıl yeniden yapılandırılacağına ilişkin ciddiye alınabilecek politikalar ortaya koyamıyorlar.

Türkiye’de devlet kurumlarının ve bağlantılı toplumsal hizmet alanlarının gerçek bir restorasyondan geçirilmesinin, demokratikleşme ile el ele gitmek zorunda olduğu ortada. Bu alanların en azından bir ölçüde evrensel kriterlere göre yeniden yapılandırılması için toplumun farklı kesimlerinin, sendikaların, meslek örgütlerinin, baroların, STK’ların aktif katılımının sağlanması gerekiyor. Bunun için de seçimleri muhalefet ittifakının kazanması durumunda, toplumsal katılım kanallarının açılmasını sağlayacak bir tür “kurucu meclis” esprisinin hayata geçirilmesi gerekiyor.

Mevcut tabloya baktığımızda muhalefet bloğunun bu türden kapsamlı, uzun vadeli ve rasyonel bir plan-programdan yoksun olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla muhalefetin yalnızca yaklaşan ekonomik kriz karşısında değil, kurumsal yapıda meydana gelen çöküş konusunda da gerçek bir çözüm üretme kapasitesinin olmadığını, daha ziyade durumu idare etmeye çalışacağını söyleyebiliriz. Oysa kurumsal yapıda meydana gelen çöküş, “idare-i maslahat” taktikleriyle geçiştiremeyecek kadar kapsamlı ve sürdürülemez nitelikte.

Öyleyse bu veriler bizi nereye götürür? Seçimleri Erdoğan/AKP’nin kazanması durumunda olacağı gibi bir yıkıma değil, ama var olan çok yönlü krizin iyice ortaya çıkıp belirginleşeceği bir kriz konjonktürüne.

Sonuç olarak, “Türkiye’nin bu sorunlarla yaşamayacağını” ve “muhalefetin de buna dönük bir hazırlığının olmadığını”, bu nedenle “bu seçimlerin, asıl seçimlerin kostümlü provası olacağını” öngören Bekir Ağırdır’a kulak vermek gerekiyor.