Alışılagelmiş Amerikan standartlarına göre bile, ABD tarafından inşa edilen ve cömertçe desteklenen Afgan ordusunun, Taliban’ın Kabil’deki zaferi karşısındaki çöküşü, dev bir fiyaskodur. Ölüm sonrası adet yerini bulsun diye yapılan otopsi çalışmaları (“Afganistan’ı kim, nasıl ve neden kaybetti?”) gerçekte ne olduğunu yüzeysel olarak bile yakalayamıyor.

Gezegendeki en güçlü askeri ittifak tarafından güya tarihe gömülmek üzere ezilen ve yirmi yılı aşkın bir süredir bombalanıp yeniden bombalanan bir ayaktakımı hareketi küllerinden yeniden doğarak, o anda etrafta bulunup olan biteni trans halinde izleyen “terminatörler” tarafından bizzat kendi yokluklarında Afganistan yönetilsin diye inşa edilen başkanlık sarayına girdiğinde, artık tartışılması gereken Afganistan değildir. Amerika ve bir dünya gücü olarak ondan geriye ne kaldığıdır.

Şimdiye kadar sunulan standart cevaplar arasında şunlar var: “Afganistan’daki iyi savaş” (Allahtan o, Irak’taki gibi “kötü bir savaş” değildi) nasıl da kötüleşti; daha başarılı bir lojistik ve zamanlama nasıl yardımcı olabilirdi, stratejiler nasıl farklı olabilirdi vb.

NATO içindeki iç komuta sorunları, zayıf planlama, yolsuzluk ve Afgan liderliğindeki beceriksizlik, Başkan Barack Obama’nın 2009’daki “atağının” başarısızlığı, barış yapma fırsatlarının kaçırılması vb. gibi büyük ölçüde teknik meselelere odaklanılması daha çok dikkat dağıtmaya yarıyor; derin bir analize yardımcı olmuyor.

Taliban’ı desteklediği yönünde Pakistan’a yapılan ısrarlı suçlamalar bile önemsiz; bunlar doğru olsa bile, bu müdahale Amerika’yı destekleyen diğer kırktan fazla gelişmiş ülke ve başlangıçta kara savaşının çoğunu yürüten etnik-kabile güçlerinin desteğiyle boy ölçüşemez.

Dünyanın en fakir ülkelerinden birinde marjinal, o ülkeye neredeyse yabancı bir askeri-politik bir güce karşı savaşta acınası bir şekilde başarısız olan dünyanın en güçlü, ultra modern savaş makinesiyle karşı karşıyayız. Cömertçe finanse edilen (bir trilyon doların üzerinde) ve sivil işlerde Birleşmiş Milletler liderliği ve rehberliği tarafından desteklenen bu rüya ittifakı, yirmi yıl boyunca “zaferler” ve “başarılar” biriktirdi. Ardından, çıplak ayaklı köylülerin yaya olarak veya motosikletlerin üstünde tüm bu “başarıları” yok etmek üzere birkaç hafta içinde kente girişini sersem bir acizlik içinde izledi.

Bu teknik veya lojistik bir aksilik değildi. Bu bir hezimetti, kelimenin tam anlamıyla bir yenilgi, sefil bir başarısızlıktı. En şiddetli sömürge kurtuluş savaşlarının ardından bile, tercümanlar da dahil olmak üzere tüm “başarılarını” eve götürmek için koşturması gereken bir işgal görmedik. Olup bitenler dikkate alındığında, bu destansı bir gelişmeydi!

Birkaç eleştirel yazar, bize şüpheli gerekçeleri hatırlatarak, savaş gerekçesinin pek de sağlam olmadığını hatırlattılar; 11 Eylül saldırılarının faillerinden hiçbirisi Afganistan’dan gelmiyordu ve Amerika Afganistan’a kıyasla daha fazla fail barındırıyordu. El Kaide Afganistan’ı “terör sponsoru” bir devlete sahip olduğu için değil, devletsiz olduğu için seçmişti. Savaş çatışmanın temel nedeniyle ilgili değildi.

Afganistan, yabancı işgalcilere karşı istisnai düzeyde direnç göstermiş ve biçimlendirici bir sömürge deneyimine sahip olan Irak’ın aksine, onları dışarıda tutma konusunda çok etkili olmuştu. Dolayısıyla işgal hem yararsız hem de akılsızcaydı. Birçoğu bunu adaletsiz ve yasadışı bulmuştu.

Bununla birlikte, Batı’nın bu “iyi” ve haklı savaşa desteği, küçük bir şüpheci kesim dışında, genel olarak güçlü kaldı. Ekim 2019’da ABD Dışişleri Bakanlığı, Afgan konusuyla ilgili bir grup “derin uzmanlığa sahip yetkiliye” savaşın bir hata olup olmadığını sordu. Tüm olanlardan veya bilinenlerden sonra bile, sadece bir avuç kişi savaşın meşruiyetini sorguladı.

ABD liderleri 11 Eylül sonrası travmada, şiddet içeren bir şey yapmaları gerektiğini hissettiler, hem de çabucak. Bu, rasyonel bir yanıttan çok, bir arınma arayışıydı. Usame bin Ladin gibi George W. Bush da misilleme gösterisinin mekânı olarak en zayıf halka olan Afganistan’ı seçti.

Böylesine aceleci bir müdahalenin sonuçlarını tahmin etmek yine de o kadar da zor değildi. Soru şu: Sınırsız sayıda uzman, akademisyen, medya uleması ve kıdemli politikacı bulunan bu “ileri” ülkede, felaketi öngörmek neden bu kadar zordu?

Afgan fiyaskosu, “uzmanları” şaşırtan tek büyük olay değildir. Adını siz koyun; Arap Baharı, Berlin Duvarı, İran devrimi, İslamcılığın yükselişi konusunda da böyle olmuştur. Her zaman bilen en son kişi olan “uzmanlarda” sorunlu bir şeyler olduğu aşikâr.

Bazı akademisyenler tarihsel gelişmelerin, bunlara dahil olan aktörler için bile doğası gereği tahmin edilemez olduğunu iddia etmişlerdir; bu aktörlerin çoğu “tercihlerin tahrifine” (niyetlerinin kasıtlı olarak gizlenmesine) başvurmuşlardır. Ancak, bütün hikâye bundan ibaret değildir. “Uzmanlar” genellikle bariz olanı görme konusunda isteksizdirler.

Son birkaç on yılımı “İslamcılığın sonu” hakkındaki hüsnükuruntulara yanıt vererek geçirdim. 1990’ların sonlarında Amerikalı bir arkadaşım, İslamcılığın sonunu öngören kitabının bölümlerini yorum yapmam için bana göndermişti. Cevap olarak ona Dışişleri Bakanlığı analistlerinin vardığı benzer sonuçların metodolojisini eleştiren, on yıl önce yayınladığım bir makalemi göndermiştim.

Sonuçlarını, hepsi de otokrasi olan beş ülkeden gelen “seçim” sonuçlarına dayandırmışlardı! O yazıda, ABD destekli rejimlerin devam eden baskısının, bazılarının arzuladığı gibi İslamcıları ortadan kaldırmayacağı, radikalleştireceği uyarısında bulunmuştum. Sanırım artık hepimiz olayların o zamandan beri nasıl geliştiğini biliyoruz.

Edward Said’in “Şarkiyatçılığa” yönelik derin eleştirisi bize bu hataların daha geniş bir çarpıtma modelinin parçası olduğunu gösterdi. Tuhaftır ki, Said’in çalışması ABD’deki Ortadoğu araştırmalarında “mezhepçi” bir kutuplaşmayı tetikleyen bir tepkiyle karşı karşıya kaldı. Yeni-muhafazakârlar ve İsrail yanlısı lobiler ittifakı da dahil olmak üzere Said’in görüşlerine karşı olanlar, karalama kampanyaları, İsrail karşıtı ve hatta Amerika karşıtı olarak kabul edilen üniversitelere sağlanan resmi fonların kesilmesi için lobicilik faaliyetleri yürüttüler; adil fikirli akademisyenlere karşı haçlı seferi başlattılar.

Bu girişimlerin arasında, 1995 yılında Lynne Cheney ve Senatör Joe Lieberman tarafından kurulan ve eleştirel yazarlar tarafından ilerici akademisyenleri “Amerikan uygarlığının düşmanları” olarak sistematik bir şekilde hedef alması nedeniyle Yeni McCarthyciliğin bir biçimi olarak tanımlanan Amerikan Mütevelli Heyetleri ve Mezunları Konseyi de (American Council of Trustees and Alumni) bulunuyordu.

2002’de, İsrail yanlısı lobiciler, İsrail’in ajandasına düşman olarak görülen akademisyenleri hedef alan Kampüs Nöbetini (Campus Watch) başlattılar. Grup, “suçlu” akademisyenlerden oluşan bir “kara liste” yayınladı ve öğrencileri profesörlerini ispiyonlamaya çağırdı!

Dış politika analizinde daha önce bahsedilen “uzmanlık” sorunları göz önüne alındığında, bu kampanyacıların tavsiyeleri, görme engellilere göz bağı takmaları için reçete yazmaya benziyor. O zamandan beri Trumpizm ve onun rasyonel olan her şeye düşmanlığıyla güçlenen bu yaklaşım, sadece akademi ve rasyonaliteyi değil, bir bütün olarak Amerikan toplumunu tehdit ediyor.

Afgan sorununa bu geniş çerçevede bakmak gerekiyor. Hatalı analizler (veya peşin hüküm/önyargı) genellikle felakete yol açan politikalar üretir ve bu da daha fazla yanlış yönlendirilmiş analizlere yol açar. Arka planda bir İsrail meselesi var ve Washington’da İsraillilerin önerdiği her türlü saçma ve tehlikeli politikaya, İsrail üzerindeki sonuçlarını dahi önemsemeden atlama gibi akıldışı bir kararlılık var. Sonuç olarak bölgede istikrar için en büyük tehdit İsrail değil, Amerika.

Ancak mevcut krizin yakın kökleri, Başkan Baba George Bush’un Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD hegemonyasını savunmak için Irak’ın Kuveyt işgalini istismar etmeye karar verdiği 1990 yılına kadar uzanıyor. Bush, krizi çözmek için diplomasiyi kullanmak yerine, Amerikan ateş gücünü gösterme, dost despotları destekleme, petrol kaynaklarını güvence altına alma ve herkese patronun kim olduğunu gösterme fırsatını kullanmıştı.

Üst düzey İngiliz ve ABD’li yetkililer, savaştan sonra ne kadar haklı olduklarıyla övünerek savaşın ciddi sonuçlarına dair uyarıları reddetmişlerdi. Onlara göre hiçbir şey olmadı. Sonra tabii 11 Eylül oldu ve aynı insanlar tekrar sordular: Peki bu da nereden çıktı?

1990’da Ortadoğu’da yaşananlar, 2001’de Afganistan’da olanlara benziyordu. Her iki durumda da muhafazakâr bir toplum, onu parçalayan ve kendi ülkesi Amerika’da şiddetli savunma tepkilerini kışkırtan yıkıcı bir yabancı varlık  tarafından (Afganistan örneğinde daha da şiddetli bir şekilde) travmatize edilmişti.

1990’da Suudi Arabistan’a davetsiz ziyaret, El Kaide’yi yaratan asıl günahtı; 2003 Irak işgali IŞİD’i üretti; sonra Afganistan’ın işgali yaşama imkânı daha fazla olan bir İslam emirliği yarattı.

Aynı zamanda bölgesel dengeler de sarsıldı. Şu işe bakın ki, sözde düşman olan İran’a birçok zafer hediye edildi; ABD, İran’ın Iraklı (ve daha sonra Afgan) düşmanlarını etkisiz hale getirdi ve Irak’ı fiilen ona teslim etti. Aynı zamanda, İran’ın düşmanı Suudi Arabistan, topraklarındaki ABD birliklerinin yıkıcı varlığı nedeniyle istikrarsızlaştı.

Başka bir yerde belirttiğim gibi, İran’ın merhum Dini Lideri Ruhullah Humeyni’nin takipçileri bunu ilahi bir müdahale olarak gördükleri için affedilmelidirler: Yaratan, İran’ın ilahi düşmanını, yerel düşmanlarını bastırması ve ganimeti İranlılara vermesi için yeryüzüne göndermiştir. ABD pratikte, İran’ın ihaleye uzaktan katılan bölgedeki milisleri gibi davranmıştır; tek farkı bu işi bedelsiz olarak yerine getirmesidir.

Aynı şekilde, Beşar Esad’ın Suriye halkına yönelik soykırımını durdurmak için ciddi adımlar atmak yerine, IŞİD’e dönük seçici müdahale, ABD ve NATO’yu Suriye rejiminin ve İslam Devrim Muhafızları’ndan Kasım Süleymani’nin tamamlayıcı hava gücü haline getirmiştir; bu kez de Suriye, Putin ve Ayetullah Ali Hamaney’e teslim edilmiştir.

Bu süreçte kabak Amerika’nın en güvenilir müttefiki Türkiye’nin başına patladı ve ülke Rusya-İran ittifakına rehin kaldı. Eski güzel Makyavelizm bile anlaşılması zor görünüyor. Buradaki tek zayiat etik değil, aynı zamanda pragmatizmdir. Kararsızlığı ve inançsızlığıyla müttefiklerini yüzüstü bırakmaya devam ederek ve beceriksizliğiyle düşmanlarının gelişmesine yardım ederek Amerika, bir dahaki sefere Çin veya Rusya ile yüzleşmeye karar verdiğinde müttefiksiz kalacak.

Sadece on yıl önce bile şu soru sorulabilirdi: Amerikan tek kutupluluğu çağında aşırılık yanlıları ne kadar hayatta kalabilirler? Sanırım şimdiki soru şu olmalı: Taliban döneminde Amerika ne kadar dayanabilir?

Burada sözde “uzmanlar”, beceriksiz politikacılar kadar suçludur.

Birkaç yıl önce, bir röportaj için beni Londra’daki Sky News stüdyolarına götüren bir taksi şoförü ne konuşacağımı sormuştu. Konunun Irak’taki savaş olduğunu öğrendiğinde alaycı bir şekilde, “Bence istihbarat teşkilatlarına Ticaret Tanımları Yasası[1] uyarınca dava açılmalı” demişti.

Belki de sadece onlara dava açmak yetmez.

[1] İngiltere’de 1968 tarihli bir yasa: İmalat, ticaret ve hizmet sektörlerini, parayı ne için harcadıkları hususunda tüketicilerini yanıltmaktan men ediyor.