24 Ağustos 2021

Batılı politikacılar, sel gibi timsah gözyaşları dökerken, tarihin üstü örtülüyor. Bir kuşaktan fazla bir süre önce Afganistan, ABD, İngiltere ve “müttefiklerinin” yok ettiği özgürlüğünü kazanmıştı.

1978’de Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) liderliğindeki bir kurtuluş hareketi, Kral Zahir Şah’ın kuzeni Muhammed Davud’un diktatörlüğünü devirdi. İngilizleri ve Amerikalıları şaşırtan son derece halkçı bir devrimdi bu.

New York Times‘ın haberine göre Kabil’deki yabancı gazeteciler, “görüştükleri hemen hemen her Afgan’ın darbeden memnun olduğunu söylediğini” gördüklerinde şaşırdılar. Wall Street Journal, “150.000 kişinin … yeni bayrağı onurlandırmak için yürüdüğünü … katılımcıların gerçekten coşkulu göründüğünü” bildirdi. Washington Post, “Afgan halkının hükümete sadakatinin pek sorgulanamayacağını” bildirdi. Laik, modernist ve önemli ölçüde sosyalist olan hükümet, kadınlar ve azınlıklar için eşit haklar içeren vizyoner bir reform programı ilan etti. Siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı ve polis dosyaları herkesin önünde yakıldı.

Monarşi döneminde ortalama yaşam süresi otuz beşti; her üç çocuktan biri bebekken ölüyordu. Nüfusun yüzde doksanı okuma yazma bilmiyordu. Yeni hükümet ücretsiz tıbbi bakım hizmeti getirdi. Kitlesel bir okuma yazma seferberliği başlatıldı.

Kadınlar için kazanımların daha önce emsali yoktu; 1980’lerin sonunda, üniversite öğrencilerinin yarısı kadındı ve Afganistan’daki doktorların yüzde 40’ını, öğretmenlerin yüzde 70’ini ve memurların yüzde 30’unu kadınlar oluşturuyordu.

Değişiklikler o kadar radikaldi ki, yararlananların anılarında canlı kaldılar. 2001 yılında Afganistan’dan kaçan bir kadın cerrah olan Saira Noorani şunları hatırlıyordu:

“Her kız liseye ve üniversiteye gidebilirdi. İstediğimiz her yere gidebilir, sevdiğimiz her şeyi giyebilirdik… Cuma günleri son Hint filmlerini izlemek için kafelere ve sinemaya giderdik… Mücahitler kazanmaya başlayınca her şey ters gitmeye başladı… bunlar Batı’nın desteklediği insanlardı.”

Amerika Birleşik Devletleri için, ADHP hükümetiyle ilgili sorun, Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesiydi. Oysa yeni hükümet hiçbir zaman Batı’da alaya alındığı gibi bir “kukla” olmadı, o dönemde Amerikan ve İngiliz basınının iddia ettiği gibi monarşiye karşı “Sovyet destekli” bir darbe de değildi.

Başkan Jimmy Carter’ın Dışişleri Bakanı Cyrus Vance daha sonra anılarında şunları yazdı: “Darbede Sovyet suç ortaklığına dair hiçbir kanıtımız yoktu.”

Aynı yönetimde, Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, Polonyalı bir göçmen ve Amerikan başkanları üzerindeki kalıcı etkisi ancak 2017’deki ölümüyle sona eren fanatik anti-komünist ve aşırı ahlakçı Zbigniew Brzezinski de vardı.

3 Temmuz 1979’da, Carter, Amerikan halkı ve Kongre’nin bilgisi olmaksızın, Afganistan’ın ilk laik, ilerici hükümetini devirmek için 500 milyon dolarlık bir “gizli eylem” programına onay verdi. Buna, CIA tarafından Cyclone Operasyonu kod adı verildi.

500 milyon dolarla, mücahitler olarak bilinen, bir grup kavmî ve dinî bağnaz satın alındı, rüşvet verildi ve silahlandırıldı. Washington Post muhabiri Bob Woodward, yalnızca rüşvetler için CIA tarafından 70 milyon dolar harcandığını yazdı. Woodward, “Gary” olarak bilinen bir CIA ajanı ile Emniyet-Millî kod adlı bir savaş ağası arasındaki görüşmeyi şöyle anlatıyor:

“Gary masaya bir deste nakit koydu: Otuz santim yüksekliğinde 100 dolarlık banknot desteleri halinde 500.000 dolar. Her zaman verilen 200.000 dolardan daha etkileyici olacağına inanıyordu; buradayız, ciddiyiz, işte para, buna ihtiyacınız olduğunu biliyoruz demenin en iyi yolu… Gary kısa bir süre sonra CIA merkezinden nakit olarak 10 milyon dolar isteyecek ve alacaktı.”

İslam aleminin her yerinden toplanan Amerika’nın gizli ordusu, Pakistan istihbaratı, CIA ve İngiltere’nin MI6’sı tarafından yönetilen Pakistan kamplarında eğitildi. Diğer bir kısım asker de New York Brooklyn’deki – kaderini bekleyen İkiz Kuleler’in görüş alanındaki – bir İslamî kolejden toplandı. Bunlardan biri Usame bin Ladin adında bir Suudi mühendisti.

Amaç, İslamî köktenciliği Orta Asya’da yaymak ve Sovyetler Birliği’ni istikrarsızlaştırmak ve sonunda da yok etmekti.

Ağustos 1979’da Kabil’deki ABD Büyükelçiliği, “ADHP hükümetinin devrilişinin, her ne kadar Afganistan’da gelecekteki sosyal ve ekonomik reformların sekteye uğraması anlamına gelse de … ABD’nin daha büyük çıkarlarına hizmet edeceğini” bildirdi.

Yukarıda italik olarak yazdığım kelimeleri tekrar okuyun. Böyle kötü bir niyetin bu kadar açık bir şekilde dile getirilmesi sık rastlanan bir durum değildir. ABD, gerçekten ilerici olan bir Afgan hükümetinin ve Afgan kadınlarının haklarının “canı cehenneme” diyordu.

Altı ay sonra Sovyetler Birliği, kapısının eşiğinde Amerika tarafından yaratılan cihatçı tehdide yanıt olarak Afganistan’a ölümcül hamlesini yaptı. CIA tarafından sağlanan Stinger füzeleriyle donatılan ve Margaret Thatcher tarafından“özgürlük savaşçıları” olarak tanıtılan mücahitler, sonunda Kızıl Ordu’yu Afganistan’dan sürdü.

Kendilerine Kuzey İttifakı adını veren mücahitler, eroin ticaretini kontrol eden ve kırsal kesimdeki kadınları terörize eden savaş ağalarının kontrolündeydi. Taliban, mollaları siyah giyen ve haydutluğu, tecavüzü ve cinayeti cezalandıran, ancak kadınları kamusal yaşamdan uzaklaştıran aşırı püriten bir gruptu.

1980’lerde, dünyayı Afgan kadınlarının çektiği acılara karşı uyarmaya çalışan RAWA olarak bilinen Afganistan Devrimci Kadın Birliği ile temas kurdum. Taliban döneminde, mezalimlerin kanıtlarını filme almak için burkalarının altına kamera sakladılar ve aynı şeyi Batı destekli mücahitlerin vahşetini ortaya çıkarmak için de yaptılar. RAWA’dan “Marina” bana, “Video kaseti tüm ana medya gruplarına götürdük ama bilmek istemediler…” dedi.

1996’da aydınlanmacı ADHP hükümeti devrildi. Devlet Başkanı Muhammed Necibullah, yardım istemek için Birleşmiş Milletler’e gitmişti. Döndüğünde, bir sokak lambasına asıldı.

Lord Curzon 1898’de, “[Ülkelerin], üzerinde dünyanın egemenliği için büyük bir oyunun oynandığı bir satranç tahtasındaki parçalar olduğunu itiraf ediyorum” demişti.

Hindistan Genel Valisi özellikle Afganistan’dan bahsediyordu. Bir yüzyıl sonra, Başbakan Tony Blair biraz farklı kelimeler kullandı.

11 Eylül’ün ardından “Bu, yakalanması gereken bir an” dedi. “Kaleydoskop sallandı. Parçalar akış halinde. Yakında yerlerine otururlar. Onlar yerleşmeden, etrafımızdaki bu dünyayı yeniden düzenleyelim.”

Afganistan için de şunu ekledi: “Size sırt çevirip gitmeyeceğiz, sefil kaderiniz olan yoksulluktan bir çıkış yolu sağlayacağız”.

Blair, bombalarının kurbanlarıyla Oval Ofis’ten konuşan akıl hocası Başkan George W. Bush’un sözlerini aksettiriyordu: “Afganistan’ın mazlum halkı Amerika’nın cömertliğini bilecek. Askeri hedefleri vururken, açlık ve acı çekenlere gıda, ilaç ve malzeme de bırakacağız…”

Neredeyse her kelimesi yanlıştı. Endişe beyanları, “biz” Batılıların nadiren bu şekilde idrak ettiği emperyal bir vahşet için acımasız yanılsamalardı.

2001’de Afganistan zor durumdaydı ve Pakistan’dan gelen acil yardım konvoylarına bağımlıydı. Gazeteci Jonathan Steele’in bildirdiği gibi, işgal dolaylı olarak 20.000 kişinin ölümüne neden oldu, çünkü işgal sonrası kuraklık mağdurlarına yapılan erzak yardımı durmuş ve insanlar evlerini terk etmişti.

On sekiz ay sonra, Kabil’in enkazında, çoğu kez havadan düşen sarı yardım paketleriyle karıştırılan patlamamış Amerikan misket bombaları buldum. Toplayıcılık yapan aç çocukların uzuvları bu bombalarla parçalanıyordu.

Bibi Maru köyünde, halı dokumacısı olan kocası Gül Ahmed ile ailesinden altısı çocuk yedi kişinin ve öldürülen iki kapı komşu çocuğun mezarları başında diz çökmüş halde, Orifa adında bir kadın görmüştüm.

Bir Amerikan F-16 uçağı masmavi gökyüzünden gelmiş ve Orifa’nın kerpiç, taş ve samandan evine 500 pound ağırlığındaki Mk82 tipi bir bomba bırakmıştı. Orifa o sırada dışarıdaydı. Döndüğünde ailesinin ceset parçalarını toplamıştı.

Aylar sonra, bir grup Amerikalı Kabil’den geldi ve ona on beş banknot içeren bir zarf verdi: toplam 15 dolar. “Öldürülen ailemin her biri için iki dolar”, dedi Orifa.

Afganistan’ın işgali bir sahtekarlıktı. 11 Eylül’ün ardından Taliban, Usame bin Ladin’den uzaklaşmaya çalıştı. Taliban, birçok açıdan, Bill Clinton yönetiminin, bir ABD petrol şirketi konsorsiyumu tarafından 3 milyar dolarlık doğal gaz boru hattı inşa edilmesine izin verilmesi için bir dizi gizli anlaşma yaptığı bir Amerikan müşterisiydi.

Taliban liderleri yüksek gizlilik içinde ABD’ye davet edilmiş ve Unocal şirketinin CEO’su tarafından Teksas’taki malikânesinde ve CIA tarafından Virginia’daki CIA genel merkezinde ağırlanmıştı. Müzakerecilerden biri, daha sonra George W. Bush’un Başkan Yardımcısı olacak olan Dick Cheney idi.

2010’da Washington’daydım ve Afganistan’ın modern cefa çağının beyni Zbigniew Brzezinski ile röportaj ayarlamıştım. Brzezinski’ye, otobiyografisinde Sovyetleri Afganistan’a çekmek için yaptığı büyük planının “birkaç heyecanlı Müslüman” yarattığını kabul ettiği bölümü hatırlattım.

“Herhangi bir pişmanlığınız var mı?” diye sordum.

“Pişmanlık mi?! Ne pişmanlığı?” dedi.

Kabil havaalanındaki bugünlerdeki panik sahnelerini seyrederken ve uzak TV stüdyolarında gazetecilerin ve generallerin “sağaladığımız korumanın” geri çekilmesine hayıflanmalarını işitirken, tüm bu acıların bir daha asla yaşanmaması için geçmişin gerçeğine kulak vermenin zamanı gelmedi mi? Yeniden?