Yaygın hava COVID-19’dan sonra dünyanın eskisi gibi olmayacağı yönünde. İyimser ve kötümser yaklaşımlar, zaten ciddi bir değişim ve dönüşüm içinde olduğumuzu açığa vuran veri ve olgulara odaklanmak yerine sırasıyla yersiz umut ve hezeyan yaratıyor. Böylece olumlu veya olumsuz kehanetlerden öteye gidemiyor. Kehanetler bizi geleceğe hazırlamaz, mücadele perspektifi önermez, önünde sonunda kaderimize razı olmamız gerektiği ilkesini vaaz eder. Kadere inanmayan veya kaderine razı olmayanların kehanette bulunmaktan fazla iş çıkarması gerekir. Bu da nerede olduğumuza ilişkin bir hakikat bilinci ve gelecek projeksiyonlarına ilişkin bir sahici idealle mümkün olabilir. Her ikisi de yaşadığımız dünyayı, bildik jargon ve paradigmaların dışında ve dinamik bir biçimde analiz etmeyi gerektirir: İster var olanı muhafaza etme ister yeni bir dünya inşa etme arayışında olun…

COVID-19 pandemisi ve bu pandemi ile gelen krizi, söz gelimi küreselleşme, neoliberalizm, orta sınıf yaşam alışkanlıkları ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olmaktan ziyade yalıtık, spontane bir töz, bir sebep olarak ele alırsak işimiz güçleşir. Çıkmaz bir sokağa girme olasılığımız artar. Bunun nedeni sadece tarihsel bağlam içinde somut durumun, somut tahlilini yapma fırsatını kaçırmamız değildir. Hakkında çok az şey bilinen ve etki ve sonuçları henüz kolektif anlamda bilince çıkartılamayan, kavranamayan bir konuda spekülatif yorumlara kaçma riskini barındırır. Öte yandan, pandeminin sadece bir sonuç olarak ele alınması da indirgemeci ve yanıltıcı kalabilir. Pandemiye özgü koşulların analiz edilmesini güçleştirebilir.

Pandemi, esas olarak neoliberalizmin, kapitalist dünya sistemin küreselleşme ve sair musibetleriyle gezegenimizin her hücresine nüfuz ettirdiği iklimin doğrudan bir sonucudur. Yalnızca pandemiyi doğuran nedenler değil, pandeminin sistem açısından baş edilemez olduğu her geçen gün daha da belirginleşen yıkıcı etki ve sonuçları da yaşadığımız düzenin mantık ve işleyişinin doğrudan bir sonucudur: “(…) neoliberal politikaların yol açtığı yoksullaşma ve yıkım, bir dizi ülkede kitlelerinin tepkisini manipüle etme becerisi gösteren aşırı-sağcı liderlerin seçilmesine yol açmıştı. (…) Bu yeni tip liderlerin Kovid-19 salgını karşısında tutumları büyük benzerlik gösterdi: Salgını küçümsemek, insan sağlığını umursamamak, milliyetçi-şovenist söylemlere başvurmak ve krizi yönetme biçimlerini göklere çıkaran bir propagandaya başvurmak.” (Doğan, 2020). Medyada yaygın örgütlenen neoliberal vaizlerin ve yöneticilerin öngörülerine rağmen, COVID-19’un nüfusun önemli bir bölümünü enfekte etmesi ve mevsimsel gribe bağlı ve doğal ölüm istatistiklerinin çok ötesinde insanın yaşamını alması, ekonomik yaşamın alt üst oluşu ve yaşam standartlarının özellikle de orta sınıf açısından ‘tahammül edilemez’ boyutlara ulaşması bu liderleri geç, etkisiz, yetersiz ve yanlış önlemlere başvurmak zorunda bıraktı.

Pek çok iyimser için sayısı on binleri geçen ölümler, ekonomik durgunluk/gerileme ve ekonomik-toplumsal yaşamın nasıl ve ne zaman devam edebileceğine dair büyük belirsizlik, popülist, otoriter liderlerin sultasındaki yönetimlere karşı güçlü bir muhalefeti kışkırtma potansiyeli taşıyor. Sadece çalışmak zorunda bırakılarak COVID-19’un insafına terk edilen emekçilerin, sağlık çalışanlarının değil, evlerinde karantinada kalarak ‘normal’ yaşam tarzlarından uzaklaşmak zorunda kalan orta sınıfların da dahil olduğu geniş kesimlerin bir aydınlanma yaşayarak, pandemiyle birlikte gelen sorunlar ile neoliberalizm veya en azından neoliberal yönetimler arasında dolaysız bir bağlantı kuracakları ima ediliyor. Daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyaya giden yol açık iyimserlere göre.

Kötümserler ise esas olarak pandeminin, dünyanın ve bir biyolojik tür olarak insanlığın sonunu getirecek bir dizi katastrofik (felaket niteliğinde) gelişmenin öncüsü olduğunu düşünüyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve her şey kötüye gidecek. Negatif ütopya ve felaket sonrası dünya fantezi literatüründe okuduğumuz, izlediğimiz Mad Max usulü bir dünya.

Bu tür kehanetlerin ötesine geçebilmek için bir dizi soruya yanıt verebilmek gerekiyor: COVID-19 pandemisi, yeni (ve daha iyi) bir dünya düzeninin kurulması için gerçekten de bir dönüm noktası olabilir mi? Sözgelimi kapitalist dünya sistem, kurum ve kuruluşları, siyasası, işleyişi, öznesi olan ulus devletleri, egemen ve ezilen ulusları, üretim ilişkileri ile yeni bir altüst oluş mu yaşayacaktır? Dünya kapitalist sistemin işleyişi, iktidar ve tabiiyet yapısı değişecek midir? Ulus devletler ve bu devletlerin muktedirleri memleketlerinde yeni bir düzen arayışında mıdır? Ulusal sınıflar, pandemi sonrasında yeni (ve tabiatıyla daha iyi) bir düzen için talepte bulunmakta, bu taleplerini örgütlemekte midir? Küresel ölçekte halklar ve/veya devletler arasında bir dayanışma veya içe kapanma söz konusu mudur? Orta sınıfların normalleşme talepleri yeni bir düzenin kurgulanması için yeterli bir öncül veya tahrik gücü oluşturmakta mıdır? Gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere ekonomi çökmesin diye çalışmaya zorlanan yığınların genel tepkisi ne olacaktır? Tarihsel olarak insanlık bu tür krizler karşısında nasıl bir tutum belirlemiştir? Daha pek çok soru dile getirilebilir.

Bu yazıda, eşit ölçüde önemli tüm bu düzlemler arasında daha ziyade uluslararası siyasete odaklanılacak. Başka bir deyişle, pandemi uluslararası siyasette ne tür dolaysız etkilere sahip oldu; uluslararası siyaseti ne yönde ve nasıl değiştirebilir sorularına yanıt aranacak.

Pandeminin Uluslararası Siyaset Üzerindeki Etkileri

Pandeminin etkisi konusunda akla gelen ilk örnek, bırakalım genel olarak ulus devletleri, NATO, AB, Şanghay Beşlisi vb. ittifak yapılarına dâhil olan üye devletler arasında bile esasen bir dayanışma olmadığının ortaya çıkmasıdır. Nitekim Avrupa Birliği’nde krizden en çok etkilenen İtalya ve İspanya gibi ülkelere ne tür katkıda bulunulacağı veya AB’nin krizden nasıl çıkacağı konusunda bir anlaşmaya varılamamıştır. Üstelik de halklar ve devletler düzeyinde AB içinde bir dayanışma ruhu görülmemiştir. Tek tek ulus devletler, korumacı tedbirlere başvurmakta, esas olarak kendi yurttaşları için çareler aramaya çalışmaktadır. Küresel krize karşı, paradoksal olarak ulus devlet düzleminde çözüm aranması, ittifakların koruyucu/dayanışmacı tutumlarında yaşanan erozyon bu döneme damgasını vuran en önemli gelişmelerden birisi sayılabilir. Peki bu yeni ve beklenmedik bir durum mudur?

Pek sayılmaz. Zira Soğuk Savaş’ı izleyen ilk dönemde güç ve prestij kazanan AB gibi örgütler de dâhil olmak üzere tüm ittifak yapılarında uzunca bir süredir bir çözülme gözlemleniyor. Bu çözülme, ABD hegemonyasının giderek gerilemesi ve ittifak üyesi ülkelerin giderek daha fazla ittifak ruhuna aykırı politikalar izlemesi ile görünür hale gelmiştir. Öte yandan AB içindeki, Fransa ve Almanya tarafından sık sık gündeme getirilen farklı viteslerde yer alan, Türkçesiyle merkez ve çevre üye ülkeler metaforu da AB’nin kuruluş amacının antitezi niteliğindedir. Fransa ve Almanya, refahı yaymak yerine Soğuk Savaş’ın ardından dünya kapitalist sisteme entegre edilen Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerini sömürgeleştirme çabası içinde olmuştur. Öte yandan 2008 mali krizinde büyük darbe alan İspanya, İtalya, İzlanda ve İrlanda gibi ülkeler kulübün nimetlerinden yararlanamamış, çözümü kendi yurttaşlarının maddi ve sosyal haklarını tırpanlamakta bulmuştur. Fransa ve Almanya, sık sık kendi ulusal endüstri ve sektörlerini kollayan korumacı önlemlere başvurmuştur. AB kendi içinde güvenlik, enerji, uluslararası siyaset vb. gibi temel alanların hiçbirisinde uzlaşı sağlamış, ortak AB politikaları geliştirebilmiş değildir.

Kapitalist dünya sistemin kendi iç işbölümüne göre belli ilaç etken maddelerini, dokuma olmayan kumaşları, tıbbi cihazların üretimini dağıttığı ülkeler, kendi ihtiyaçlarını ileri sürerek bu ürün ve hizmetleri sair ülkelere vermeme veya sıkı denetime tabi tutma politikalarını uygulamaya başlamıştır. Hindistan’ın etken madde (sözgelimi kinin) ve Türkiye’nin kişisel koruyucu ekipman (maske, tulum vb.) ihracatlarını sınırlı kapasiteyi öne sürerek durdurması ve/veya denetime tabi tutmasıyla bu ihtiyaçlarını söz konusu ülkelerden karşılayan pek çok ülke zor durumda kalmıştır. Başka bir deyişle küresel iş bölümü yara almıştır. Çoğu ülke söz konusu ürün ve hizmetlere, söz konusu denetim önlemlerinin yanından dolaşan kapalı kapı ardı anlaşmalar, istihbarat örgütü operasyonları, yağmacılık veya liderlerin hamiyetperverliği ile lütfen gönderdiği yardım paketleri aracılığıyla ulaşabilmektedir.

Gerçekten de ilginç haberler duyuyoruz:

  • “Fransız yetkililer, Şanghay Havalimanı’nda kargoya verilecek tıbbi maskeler için son anda ABD’li alıcıların Fransızlardan üç kat daha fazla ücret ödediğini ve böylece kargonun da ABD’ye gönderildiğini söylüyor.”
  • “Brezilya sağlık bakanı, ülkesinin Çin’den maske ve eldiven gibi koruyucu ekipman satın alma girişimlerinin sonuçsuz kaldığını açıkladı.”
  • “ABD Başkanı Donald Trump, sıtmaya karşı kullanılan bir ilacın Covid-19 tedavisinde de kullanılabileceğini iddia ettikten sonra Hindistan derhal hidroksiklorokin ihracına yasak getirdi.”
  • “İsrail istihbarat teşkilatı MOSSAD yüz binlerce koronavirüs test kitini gizli uluslararası operasyonlar düzenleyerek ülkeye soktu. İsrail medyasında yer alan haberlere göre, test kitleri ‘düşman ülke’ olarak tanımlanan bir ülkeden alınmış ve bu ülke satışın kamuoyuna açıklanmasını istememişti.”
  • “Bazı ülkelerde ise son haftalarda gıda stokuna başlandı. Kazakistan un ihracatını yasakladı, Vietnam pirince ihraç yasağı getirdi, Sırbistan ise ilaç ve ayçiçeği çekirdeği ihracını durdurdu.”
  • “Türkiye’nin ise bu malzemelere sadece ihracat yasağı getirmekle kalmadığı, daha önce ödemesi alınan ama teslimatı yapılmayan satış işlemlerini de durdurduğu söyleniyor.”
  • “Almanya’ya gönderilmek üzere yola çıkan 6 milyon maskeden oluşan kargo, Kenya’da esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu” (BBC, 2020a ve 2020b).

Peki bu, yeni ve beklenmedik bir durum mudur?

Hiç de değil. Mal ve hizmetler, tarih boyunca ticaret savaşının piyonları olmuştur. Uluslararası siyasette sık başvurulan abluka, ambargo ve yaptırımlar nadiren liderleri, ideolojileri veya yönetimleri yıpratmış, esas olarak halkları temel ihtiyaçlardan yoksun bırakmıştır. Hala süren Gazze ablukası bunun en temel örneklerinden birisidir. ABD ve AB, siyasal olarak anlaşamadıkları her ülkeye karşı değişen düzeylerde yaptırımlara başvurmaktadır. Bu tür bir ambargo uygulanan (söz gelimi F-35 uçakları teslim edilmeyen Türkiye) veya açıkça uygulama tehdidi savurulan (söz gelimi Hindistan) gibi ülkelerin ağabeylerinden öğrendikleri yollara başvurması hiç de şaşırtıcı değildir.

Dünya Sağlık Örgütü, sponsoru olan ulus devletlerin siyasi baskısı altında kalarak ulus ötesi, uluslararası bir kurum olma hüviyetinden iyice uzaklaşmıştır. Çin’in Wuhan eyaletinde başlayan pandemiye ilişkin vermeyi uygun gördüğü bilgilerin veri kabul edilerek daha öte bir sorgulamaya tabi tutulmaması, krizin çok kısa bir sürede dünya sathına yayılmasında etkili olmuştur. Birleşmiş Milletler’in (BM) bu süreçte esamisi bile okunmamaktadır. Söz gelimi bu küresel salgına, pandemiye karşı ortak mücadele iradesini, kararlarını yansıtacak bir girişim söz konusu olmamıştır. Peki uluslararası kurum ve kuruluşlarda yaşanan bu erozyon yeni ve beklenmedik bir durum mudur?

Hiç de değil. BM başta olmak üzere II. Dünya Savaşı’nın ardından küresel düzenin işleyişinde belirgin önemi, ağırlığı olan küresel kurum ve kuruluşlar uzunca bir süredir, başka bir deyişle pandemiden çok daha önce etkilerini kaybetmeye, hatta FIFA, UEFA, Uluslararası Olimpiyat Komitesi gibi örneklerde olduğu gibi rüşvetle açıkça yozlaşmaya başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası, uzunca bir süredir mali ve ekonomik kriz yaşayan ülkelerin birinci başvuru adresi değildir. Soğuk Savaş’ın ardından ABD’nin sık sık BM’ye rağmen askeri ve siyasi tasarruflarda bulunmasıyla etkisi sorgulanmaya başlanan BM’nin 21. yüzyıla damgasını vuran hiçbir küresel ve bölgesel kriz karşısında herhangi bir çözüm ürettiği görülmemiştir. Arap Baharı, Libya, Suriye, küresel ve bölgesel güçlerin, hatta yöresel ulus dışı aktörlerin kendi tehdit ve çıkar algılamalarına göre politika belirleyip uygulayabildiği insanlık dışı savaş alanlarına dönüşmüştür.

Kapitalist dünya sistemin hegemonu olarak ABD, Başkan Trump’ın pandemiyi küçümsemesi, “Çin virüsü” diye ötekileştirmesi ve zamanında gereken önlemleri almaması nedeniyle bugün pandeminin en çok etkilediği ülke olmaya adaydır. Üstelik, bırakalım dünya sistemin patronu olarak yaşanan küresel krize el koyarak yönetmeyi, riski ve etkilerini azaltmayı, ABD’nin çürümüş, paraya dayalı sağlık sisteminin, kendi yurttaşlarının bile yaşamlarını kurtarmaktan aciz durumda olduğu görülmüştür. Test ve tedavinin bir zahmet, lütfen, ücretsiz hale getirilmesi, ABD’nin yüz binlerle ifade edilen olası ölüm oranlarını hafifletmek için çok geç ve eksik bir çözüm olmuştur. Başka bir deyişle, kapitalist dünya sistemin kurum ve kuruluşlarının yanı sıra patronu ABD de kriz karşısında yönetsel, düzenleyici erkini kullanamamıştır. Peki bu, yeni ve beklenmedik bir durum mudur?

Değildir. Soğuk Savaş’ın hemen ardından otoritesi ve etkisi sorgulanamaz hale gelen ABD göreceli olarak kısa bir süre içinde Soğuk Savaş’ın net galibi konumunu yitirmeye başlamıştır. Net kaybeden olarak Rusya ise hiç vakit kaybetmeden hakimiyetini ABD ve Atlantik İttifakı’nın geri çekildiği, yönetemediği, etkisiz kaldığı alanlara yaymıştır. Gürcistan (Osetya ve Abhazya), Ukrayna (Luhansk, Donetsk ve Kırım), Suriye, Libya, Filipinler… ABD hegemonyasının gerilemesi pandemiyle başlayan bir süreç değildir, ancak pandemi bu aşınma halini daha da görünür hale getirmiştir denilebilir. Bir zamanlar olduğu gibi her musibetin altında ABD’yi aramak pek doğru bir yaklaşım olmayabilir. Tersine bugün, ABD’nin hemen her musibetin altında kalarak etkisizleştiğini görmek gerekir. Arka bahçesi Venezuela’da darbe yaptıramayan, sadık müttefiki Türkiye’yle bile boğaz boğaza gelen, Arap Baharı’ndan Irak’a, Suriye’den Libya’ya giriştiği hiçbir savaşı ABD ve Atlantik İttifakı lehine sonuçlandıramayan, Afganistan’dan sıvışmanın yollarını arayan, çekildiği her yerde bildik diktatörleri görmek isteyen bir hegemon olur mu? ABD’nin dünyanın en güçlü ülkesi ve ekonomisi olmaya daha bir süre devam edeceği öngörülebilir, ancak bu hegemon olmakla bir ve aynı şey değildir.

Uluslararası siyasetin sıcak noktalarında, söz gelimi Libya’da pandemi, Hafter’in Libya Ulusal Ordusu (LNA) tarafından yeni saldırıların bahanesi olarak kullanılmış ve savaş hız kesmemiştir. Hatta Rusya, Esad’la anlaşan muhalif gruplarda yer alan 350 savaşçıyı, Hafter saflarında çarpışmak üzere daha yeni Libya’ya göndermiştir. Pandemi sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bağlısı savaş gemileri en az iki LNA uçağını (muhtemelen İnsansız Hava Aracı) yerden havaya füzelerle imha etmiştir. Krizin görece hafifletildiği Suriye’de (İdlib) ise Türkiye ile Suriye ve müttefiklerinin ateşkes hattının iki yanındaki karşılıklı yığınağı devam etmektedir. Türkiye ve Rusya’nın ortak devriyelerine karşı Heyet Tahrir Şam (HTŞ) liderliğinde silahlı ve sivil direniş devam etmektedir. Başka bir deyişle, pandeminin kriz noktalarında sürecin gidişatını belirleyen bir etkisi olmamıştır. Peki bu, yeni ve beklenmedik bir durum mudur?

Hayır. Esas olarak uluslararası siyasetin kriz noktaları, uluslararası sistemin yaşadığı erozyonun tam olarak tezahür ettiği yerlerdir. Bozulan, çözülen ittifaklar, pragmatik, kısa vadeli dostluklar, yönetilemeyen ve sonlandırılamayan savaşlar, hegemonun etkisizleşmesi, heveskâr bölgesel güçlerin hırsı bu sahalarda cisimleşmektedir. Irak savaşından bu yana milyonların hayatını kaybettiği, milyonların evlerinden olarak büyük mülteci krizlerini tetiklediği süreçte uluslararası siyasetin bir etkisi varsa o da krizleri daha da ağırlaştırması olmuştur. Pandemi, belki bu süreçte mültecilerin zaten yerle yeksan olan hayat standartlarını ve yaşam beklentilerini daha da kısaltabilir, temel ihtiyaç maddelerine hatta suya muhtaç olan milyonlar içinde hızla yayılarak insan trajedisinin boyutlarını katlayabilir. Bu olasılığa rağmen, ne mültecilerin esas varmak istedikleri ülkelerde ne zorunlu olarak bulundukları ülkelerde yaşam koşullarının düzeltilmesine yönelik bir girişimi tetiklemeyecektir. Aksine, bir silah olarak veya etnik temizlik ve insan mühendisliği amaçlarıyla kullanılmaya devam edeceklerdir gibi görünmektedir.

Bu örnekleri toparlarsak pandeminin uluslararası siyaset üzerinde aşina olmadığımız ya da zaten başlamamış, görünür hale gelmemiş olan bir etkisinin olmayacağı yargısında bulunabiliriz. Bu nedenle normale dönmeyi isterken iki kere düşünmek gerekir. Zira mevcut krizden zaten normal olan bu uluslararası düzen, dünya kapitalist sistem sorumludur ve milyonların hayatını kaybettiği, mülteci durumuna düştüğü krizlerde davrandığından farklı bir tutum almasını beklemek gerçekçi olmayabilir. Muktedirler böyle, ama muhalifler açısından da benzer bir akıl yürütmesinde bulunabiliriz. Küresel ve yerel muhalefetin, pandemi nedeniyle diğer küresel krizlerde olduğundan daha radikal, dirayetli, kararlı, sonuç alıcı bir yol belirleyeceği beklentisi gerçekçi olmayabilir. İyimser ve kötümser kehanetlerde bulunmadan önce mevcut durumumuzu gerçekçi bir biçimde kavramaya çalışmak iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir.

Kaynaklar

BBC. “Koronavirüs: Ajanlardan gizli operasyonlara maske ve test kiti için ülkeler hangi yöntemlere başvuruyor?” 3 Nisan 2020. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52145020

BBC. “Koronavirüs: Covid-19 tedavisinde hidroksiklorokin ilacı işe yarıyor mu, ABD Hindistan’dan ne istiyor?” 8 Nisan 2020. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52218787

Doğan, Taylan. (2020). “Türkiye’de Kovid-19 Salgını Yönetimi: Felakete Davetiye Çıkarmak” Art-İzan. 12 Nisan 2020. https://www.art-izan.org/kovid-19/48207/