Eylül ayında kültür-sanat alanı, yoğun şekilde devlet kaynaklı baskı politikalarına sahne oldu. Soruşturma açılan ve hatta tutuklanan sanatçılar, müzik grupları, sinemacılar, sosyal medya programcıları; yine devlet tarafından ilan edilen “2025 Aile Yılı” teması gerekçe gösterilerek yürütülen sansür uygulamaları kamuoyunda en fazla yer bulan ve tartışılan konulardı. Bir yandan da Eylül ayı, yeni kültür-sanat sezonuna ithafen birçok yerel/uluslararası festivale ve etkinliğe kapılarını açtı. Uluslararası arenada ise Filistin mücadelesi ve İsrail protestoları kültür-sanat dünyasına damga vuran en güçlü temaydı. Tüm bu konuları değerlendirmeye çalıştığımız gündem yazımızın haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.

 

Sansürün Gölgesinde Kültür ve Sanat

Ocak ayının başlarında Cumhurbaşkanı tarafından “aile kurumunun öneminin vurgulanması, aile içindeki birlik ve beraberliğin korunması, mevcut riskler karşısında ailenin topyekûn desteklenmesi amacıyla” 2025 yılı “Aile Yılı” olarak ilan edilmişti. Eylül ayına geldiğimizde ise önceki dönemlerle tutarlı fakat katlanarak artan devlet kaynaklı sansür politikalarının, Aile Yılı kapsamındaki “mevcut riskler” olarak popüler kültürden alternatife, muhalif ses çıkaran her sanatçıyı, grubu, senaristi, yapımcıyı hedef alabileceğini çok daha net gördük. Bu soruşturmalar ve tutuklamalarda çoğunlukla, dini değerlere hakaret, dini hassasiyetler gibi gerekçeler ön plandaydı. Soruşturma dalgasında ilk dikkat çeken isim ise, genç kadın müzisyenlerden oluşan yeni nesil müzik grubu Manifest’ti.

7 Eylül tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Küçükçiftlik Park’ta Manifest grubunun konserindeki dans ve gösteriler nedeniyle “hayâsızca hareketler” ve “teşhircilik” suçlarından resen soruşturma başlatıldığını bildirdi. Yurttaşlar tarafından sosyal medyada paylaşılan konser görüntülerine tepkiler geldiği iddiasıyla incelemeye alınan grubun danslarının “toplumun edep, iffet, ar ve hayâ duyguları, edep törelerine saldırı niteliği taşıdığı” öne sürülerek, gerekli araştırma, inceleme ve şüphelilerin tespiti için kolluk birimlerine talimat verildiği ifade edildi. X hesabından Manifest grubunun mozaiklenmiş fotoğrafını paylaşan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral soruşturma haberlerinin duyulmasının ardından grup üyeleri hakkında, “‘Manifest’ grubu denen bu ahlaksız-edepsiz-hayasız zebani kılıklı yaratıklar, bir daha bu teşhirciliği yapamayacak şekilde haklarında işlem yapılmalıdır” paylaşımında bulundu. CHP Grup Başkanvekili Murat Emir ise “kadınların yaşamına, gençlerin özgürlüğüne dil uzatamazsın” diyerek Saral’ın sözlerine tepki gösterdi. Gruba, benzer bir destek de CHP Genel Başkanı Özgür Özel’den geldi. Gözaltına alınan grup üyeleri Savcılıkta verdikleri ifadelerin ardından yurtdışına çıkış yasağı ve imza şartıyla serbest bırakılırken, bahsi geçen konserin görüntülerine de erişim yasağı getirildi. Yaşananların ardından Manifest’in Türkiye turnesi iptal edildi.

Karar sonrası Manifest grubu sosyal medya paylaşımında, “her yaştan ve hayat görüşünden insanı dans ve müzik ekseninde birleştirmek için kurulmuş bir grup olarak, oluşan durum en çok bizi üzdü… Sadece sevdiği işi yapan, sahneyi en özgür alanı olarak gören, ürettiği şovlarla yüksek standartlara ulaşmaya çalışan altı genç kadın olarak en büyük hayalimiz, ülkemizi dünya çapında başarılarla temsil etmektir” ifadelerine yer verdi.

Kadınların ve LGBTİ+ bireylerin, kültür-sanat alanındaki taciz, istismar ve şiddet deneyimlerini kamuoyuyla paylaştığı ifşa dalgası, toplumsal cinsiyet tartışmalarının ağustos ayı boyunca yoğun bir şekilde gündemde kalmasını sağlamıştı. Bu tartışmalar henüz etkisini yitirmemişken, bir kadın grubunun hayâsızlık, teşhircilik gibi cinsiyetçi yargılarla devlet tarafından cezalandırılması hem toplumsal cinsiyet hem de sanat ve ifade özgürlüğü bağlamında tepkilere neden oldu. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi bir açıklama yayınlayarak, soruşturmanın yalnızca ceza hukukunun sınırlarını zorlamakla kalmadığını, aynı zamanda kadınların kamusal alandaki varlığına, üretimine ve ifade özgürlüğüne yönelik sistematik baskının güncel bir örneği olduğunu belirtti. Kadınların sahnedeki bedensel temsillerinin ahlaki denetime tabi tutulmasının, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığın en görünür biçimlerinden biri olduğu vurgulanan açıklamada kadınların sahnedeki varlığının hedef gösterilmesinin cinsiyetçi bir yargı pratiğine işaret ettiği ifade edildi; İstanbul Sözleşmesi ve CEDAW gibi yükümlülükler hatırlatıldı.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu da Eylül 2025 Raporu’nda, konuya ilişkin olarak, siyasi iktidarın kendi yaşam tarzını dayatmak için sansür ve baskıyı kullanmaya, kadınların, LGBTİ+’ların, sanatçıların ve muhaliflerin sesini bastırmaya devam ettiğini ifade etti. Raporda yer alan, Eylül ayı içerisinde 20 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, 22 kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğu bilgisi, kadınların en temel insani hak olan yaşam hakkına dahi sahip olamadığını gözler önüne sermesi bakımından önemliydi. Bakanlıkların sistematik şekilde kadın cinayeti verilerini tutmayıp paylaşmaması, kadın cinayetlerini durdurmak için somut çözüm önerilerini hayata geçirmemesi fakat kadın bedenine ve özgürlüğüne dönük müdahalelerine hız kesmeden devam etmesi, cinsiyetçiliğin tüm kurumlarıyla, biz kadınlara karşı ne kadar güçlü şekilde örgütlendiğini ve hareket ettiğini bir kez daha hatırlattı.

Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) gönüllüsü Avukat Nezahat Doğan Demiray sürecin yasal hukuksuzluklarını analiz ettiği söyleşisinde, sahne performanslarına sanat ve ifade özgürlüğü kapsamında bakmak gerektiğini ifade etti. Savcılığın “teşhircilik” diyerek Türk Ceza Kanunu m. 225’ e yöneldiğini ve onu dayanak almaya çalıştığını, halbuki bu kapsamdaki suç tiplerinin, yalnızca cinsel nitelikte fiillerin (cinsel ilişki) kamuya açık yerde sergilenmesi veya cinsel organların sergilenmesi halinde söz konusu olabileceğini belirtti: “Ceza hukukunda çok önemli bir ilke olan kanunilik ilkesi, yasada bulunmayan eylemlerin suç olarak tanımlanmasına açıkça engeldir, yorumla genişletilemez… Sanat etkinlikleri, sanat ve ifade özgürlüğünü düzenleyen Anayasa Madde 26 ve AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) Madde 10 ile güvence altındadır. Ayrıca Anayasa, AİHS ve CEDAW (Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi) kapsamında, cinsiyet ayrımcılığı yasak olduğu gibi salt toplumun bir kesimince eleştirilen ya da ‘rahatsız edici’ bulunan sanat eserleri için de cezai yaptırım olamaz.”

Müzik ve Sahne Sanatçıları Sendikası Genel Başkanı Fatih Özakoğlu ise, Manifest grubunun başına gelenlerin daha önce “iktidara biat etmeyi kabul etmeyen” birçok sanatçının başına geldiğine dikkat çekerek, “Anayasa’nın 27. maddesi sanatsal ifade özgürlüğünü güvence altına alıyor, 64. maddesi ise sanatın ve sanatçının korunması konusunda devleti sorumlu kılıyor. Birilerinin hoşuna gitmiyor diye o performansı soruşturmaya tabi tutmak, hakaret etmek, ‘ahlaksızlık’la itham etmek kimsenin haddine değil” açıklamasında bulundu.

Ceylan Ertem, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla bu duruma tepki gösteren sanatçılardan biriydi. Manifest grubuna açılan soruşturmanın, sahne sanatlarına ve kadının özgürlüğüne yönelik açık bir saldırı olduğunu belirten Ertem, “bu ülkede binlerce çocuk gelin varken, daha geçen gün Boğaziçi Üniversitesi’nde 15 yaşında bir ‘işçi’ kız çocuğu katledilmişken, kadınların yaşam güvencesi olan 6284 sayılı yasa hakkında mücadeleye çoğunluk kulaklarını tıkamışken, Narin’den Rojin’e yüzlerce cinayet karanlıkta kalmışken, tek kelime etmeyenler; sahneye çıkan kadınların kıyafetleri hakkında milyonlarca paylaşım yapıyor! Rezalet! Utanç duyuyorum! Kadın şarkı söyler, dans eder, istediğini giyer, sahnede özgürce var olur. Bu özgürlüğü hedef alan her saldırı, toplumun tümüne yönelmiş bir tehdittir” ifadelerinde bulundu.

Harbiye Açıkhava konserindeki dansı nedeniyle benzer tepkiler alan ve sosyal medyada hedef gösterilen Hadise de Manifest grubuna destek olan sanatçılardandı; “Ben Harbiye sahnemde aynı baskılara maruz kaldım ve o gün kimsenin sesi çıkmadı. Ama bakın, sustukça daha kötüsü olur. Kötülüğün sesi çok yüksek olsa da siz susmayın, sesinizi çıkarın… Genç kadınlar sahnede kendi özgür iradeleriyle var olmaya çalışıyor. Baskılarla, linçlerle karşılaşmaları özgürlüğün sınandığı, can çekiştiği anlar. Ama unutmayın: Kadının sahnesi, bedeni, sesi ve duruşu özgürdür. Hep öyle kalacak” ifadelerini kullandı.

Bir diğer destek ise Cosmopolitan Türkiye dergisinden geldi. Dergi sosyal medya hesabından, “2025’in başında Türkiye’nin uzun zamandan sonra ilk girl band’i olan Manifest, ilk kapaklarını Cosmopolitan Türkiye’ye vermişti. O gün, sahnede var olmanın, kadınların birlikte daha da güçlenmesinin hikayesini bizimle paylaşmışlardı. Bugün geldikleri noktada hala aynı şeyi savunuyoruz: sahnede kendimizi müzikle, stille, dansla özgürce ifade etmek suç değil, güçtür. Cosmopolitan Türkiye olarak Manifest’in yanındayız” paylaşımında bulundu.

Hale Albayrak, Manifest deneyimini kaleme aldığı yazısında, sanatsal düzeyi düşük bir proje grubu olarak ayrıca eleştirilen Manifest’e dönük eleştirilerin ciddi bir kısmının doğrudan ataerkil bir zeminden geldiğini ifade ediyordu: “Burada devreye ‘kızsal’ olanın kültürel itibarsızlaştırılması giriyor. Pembe, parlak, süslü ve ‘girly’ estetikler yıllardır ‘boş’ ve ‘kalitesiz’ olarak yaftalandı. Manifest, tam da bu ‘kız neşesi’ni sahneye taşıyarak bu küçümsemeye meydan okuyor. Bu nedenle ekstra dikkat çekiyor, nefret ediliyor… Erkek egemen rap mecrasında uyuşturucu ve şiddet temaları, cinsiyetçi küfürler, kadınlarla ilişkilerini ‘skor’ gibi anlatan eril dil ve çok daha fazlası yıllardır bu denli sorunsallaştırılmıyor. Hatta bu unsurları içeren parçalar trendlerden düşmezken; hiçbir şiddet içermeyen, tam tersine özgüven aşılayan bir kız grubunun ‘müzikalite’ bahanesiyle yerden yere vurulduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.”

Geçtiğimiz aylarda grup üyeleri de kendileriyle yapılan bir söyleşide kadın sanatçı olmanın zorluklarına dair konuşmuş ve benzer bir çerçeveden izlenimlerini aktarmışlardı: “Sosyal medyada kadın sanatçılar hakkında ‘o zaman yapmasaymış’, ‘o da bunun bilincinde olsaymış’, ‘ünlüyse tabii ki yorum yapacağız’ tarzında yorumlarla kadına hakareti, aşağılamayı meşrulaştırıyorlar, normalleştiriyorlar. Sonra bizim de bu normale uyarak, kabullenerek devam etmemizi bekliyorlar… Çünkü bir sürü erkek sanatçı biliyoruz ki beyefendiler taciz, tecavüz, şiddetle anılıyorlar ama kariyerleri hiçbir şekilde zarar görmüyor. Böyle bir sürü ana şahit olduk.”

Hem Manifest üyelerinin hem de Albayrak’ın ifadeleri yalnızca iktidarın cinsiyetçi politikalarını değil, kültür-sanat alanındaki çifte standardı deşifre etmesi anlamında da dikkat çekiciydi. Manifest konusuna, iktidara yakın kesimlerin ahlaksızlık suçlamasıyla, muhalif kesimlerin ise laikliğe ve kadınların özgürlüğüne müdahale söylemiyle dahil olduğu tartışmalarda bir başka dikkat çekici çıkış ise bu çifte standardı örnekler nitelikteydi. Türkiye’de protest müzik denilince akla ilk gelen müzik grubu olan Grup Yorum, kamuoyuna dönük açıklamasında “yıllardır baskılar, yasaklar ve davalarla karşı karşıya olmamıza rağmen sessiz kalanlar, tek bir soruşturma nedeniyle Manifest için sıraya girdi” diyerek, söz konusu müzik anlayışını “emperyalizmin yarattığı yoz kültür” ve ahlaksızlığın özgürlük diye sunulması olarak niteledi: “Bu olaydan sonra birçok sanatçı, sol örgüt, parti ve kurum, Manifest grubunu sahiplenerek aslında hiçbir sanatsal ve müzikal niteliği olmayan bu yoz müzik kültürünü sahipleniyorlar.” Grup Yorum’un bu çıkışı dikkat çekici olmakla birlikte şaşırtıcı değildi; zira geçtiğimiz yıllarda grup, bünyelerinden ayrılan bir kadın üyeleriyle ilgili “ihanet” paylaşımında bulunmuş ve recmi çağrıştıracak şekilde, görüldüğü yerde “yüzüne tükürülmesi, lanetlenmesi” çağrısı yapmıştı. O dönem olduğu gibi bu yıl da gruba ve bağlı olduğu siyasi harekete yakın, sınırlı bir kesimin destek mesajlarına rağmen Yorum, kamuoyundaki muhalif kesimler nezdince devrimci özelliğini kaybetmekle eleştirildi.

Manifest üyelerini hedef haline getiren bir diğer konunun, özellikle 19 Mart sonrası gençlik eylemlerine ve protestolara sundukları destek olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Grup üyelerinin sosyal medya paylaşımları, eylemler süresince tanıtımlarını askıya almaları, “hak-hukuk-adalet” sloganı üzerine dans etmeleri ve kimi söyleşilerindeki eleştirel ifadeleri konunun yalnızca bir müzik grubu meselesi olmadığını, her yönüyle, Türkiye’deki güncel kültürel/siyasi hareketliliği yansıttığını söylemek mümkün: “Biz demokratik bir ortamda, demokratik bir ülkede yaşamak istiyoruz. Ve bu hakkımız ihlal edildiğinde, bizi baskılamaya çalıştıklarında haklarımızı korumak, kendimizi savunmak için çok uğraşıyoruz. Bu uğraş da gençliğimize mal oluyor… Ülkenin demokrasiye uygun bir şekilde yönetilmesi gerekiyorsa o şekilde devam edilmeli. Ama edilmiyorsa da biz de sesimizi buna göre çıkarıyoruz.”

Manifest’e yönelik soruşturmanın etkileri sürerken, gündeme yeni bir tutuklama haberi geldi. 2013 yılında kurulan ve Kadıköy’ün underground black metal gruplarından biri olan Sarinvomit’in 5 üyesi, şarkı sözleri ve tasarımlarında dini değerlere hakaret ettikleri iddiasıyla gözaltına alındı ve çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Tutuklama gerekçesi olarak “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” iddiası öne sürüldü. Bir müzik grubunun ifade özgürlüğü ihlal edilerek tutuklanması kadar, küçük bir kesimin dinlediği, sosyal medya paylaşımları dahi olmayan, dolayısıyla etki alanı çok sınırlı bir grubun devlet yetkililerinin dikkatini çekmesi ayrıca şaşkınlık yarattı. İktidara yakın medyanın “Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar, İslam’a saldıran rock grubu paketlendi” ifadeleriyle servis ettiği habere kamuoyundan tepkiler de gecikmedi, inanç özgürlüğünün ihlal edildiği vurgusu yapıldı. Sarinvomit tutuklaması, ajanlık sistemine benzer takip ve şikâyet mekanizmalarının teşvikiyle, emsal teşkil edebilecek her aykırı çıkışın fişlendiğini ve bir gün cezalandırılabileceğini göstermesi bakımından da önemliydi. Dini hassasiyetlerin, sanatçıların ifade özgürlüğünü kısıtlamak için bir aparat haline getirilmesi örneklerine ne yazık ki Eylül ayı boyunca sıkça rastlandı. Kendi ülkesi İran’da, Kur’an’dan bir âyeti şarkı sözlerinde kullandığı için yasaklı bulunan Mohsen Namjoo’nun Türkiye turnesi de tam bu dönemlerde İstanbul Valiliği kararıyla iptal edilecekti.

Dini hassasiyetler, ahlaka aykırılık gibi şikâyetler gerekçe gösterilerek açılan soruşturmalara bir başka örnek ise Mabel Matiz’di. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Mabel Matiz’in “Perperişan” isimli şarkısı hakkında “kamu düzeni ve genel sağlığa aykırılık” gerekçesiyle erişimin engellenmesi talebinde bulundu, talep sonrası şarkıya erişim engeli getirildi. Vatandaşların CİMER üzerinden yaptığı başvurularda, şarkı sözlerinin “Türk ailesinin örf ve adetlerine aykırı” olduğu yönünde şikâyet de bulunduğu belirtilen dilekçede kararın, uygulanması için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na gönderilmesi istendi. Şarkıcı ve söz yazarı Mabel Matiz ise, erişim engeli getirilen “Perperişan” şarkısına ilişkin açıklamasında, şarkının kasıtlı ve art niyetli şekilde yanlış yorumlandığını belirtti, şarkı sözlerini dize dize açıklamak suretiyle halk edebiyatı geleneğine öykünerek metaforlar üzerinden bir aşk hikâyesi anlattığını ifade etti. Eşcinsel çağrışımlar taşıdığı düşünülerek tartışılan kimi ifadelerin farklı anlamlara da gelebileceğine atıfta bulunarak bu tarz sembolik anlatımların “ozanlık” geleneğinin bir gereği olduğunu belirtti.

Mabel Matiz’in yalnızca şarkıları nedeniyle değil, kimliği ve LGBTİ+ harekete verdiği açık destekten ötürü de hedef haline getirildiğini söylemek yanlış olmaz. RTÜK tarafından daha önce, iki erkeğin aşkını anlattığı gerekçesiyle “Karakol” klibi de yasaklanmasına rağmen, 2023’te Elle Style Awards ödülünü, “her türlü baskıya rağmen varlıklarını korkusuzca haykırmaya devam eden Türkiyeli LGBTİ+’lara” ithaf ederek alması, Powertürk Ödülleri’nde “Onur Ayı”nı kutlaması, Mayıs 2025’teki ODTÜ Bahar Şenliği’nde, binlerce öğrencinin alkışları eşliğinde LGBTİ+ bayrağı açması Perperişan sürecinin arkaplanı için yeterli gerekçeleri sunmuş görünüyor. Bu yaz Efes Antik Tiyatro’da konserleri iptal edilen “yasaklı” sanatçılardan birinin de Mabel Matiz olduğunu hatırlatalım.

Matiz tüm bu cesur çıkışları nedeniyle uzun süredir iktidara yakın bir kesimce “sapkın” olarak nitelenirken, sanatçıların sanat ve ifade özgürlüğü hakkını savunan destek mesajlarıyla da kamuoyunda yer buldu. Sanatın yorumlanabilir olmasının önemine vurgu yapan Aleyna Tilki, bireylerin eserleri kendi perspektiflerinden yorumlama hakkının kısıtlanmasının doğru olmadığını ifade etti: “Sanatın varoluşuna tamamen ters bir durum bu. Sanat ister şarkı ister resim ister şiir olsun; en güçlü taraflarından biri, herkesin kendi deneyimine göre bir anlam çıkarabilmesi değil mi?”

İnsan Hakları Derneği LGBTİ+ Komisyonu da kamuoyuyla paylaştığı “İktidardan LGBTİ+lara ve Kadınlara AİLE YILI Sansürü” başlıklı açıklamasında “Aile Yılı” ilanının, aileyi gerçekten korumaktan ziyade, toplumun farklı yaşam tarzlarını baskılamaya, kadınların ve LGBTİ+’ların özgürlük alanlarını daraltmaya hizmet eden politikaların kılıfı haline getirildiğini ifade ederek iktidarı eleştirdi. Toplumun adım adım teksesliliğe mahkûm edilmek istendiğini hatırlatan İHD, mücadele çağrısını yineledi: “Ama bizler biliyoruz ki yasaklarla, sansürle, baskıyla, gözaltılarla ve tehditlerle hiçbir yaşam tarzı yok edilemez. Kadınların özgürlük mücadelesi, LGBTİ+’ların eşitlik ve onur talebi, sanatçıların ifade özgürlüğü bu baskılar karşısında çok daha güçlü bir şekilde var olmaya devam edecektir.”

Eylül ayındaki soruşturmalar ve tutuklamalar yalnızca müzik dünyasıyla sınırlı kalmadı. TV ekranlarında oldukça popüler olan ve zaman zaman tartışmalara da yol açan “Kızılcık Şerbeti” dizisi hakkında inceleme başlatıldı, evlilik dışı bir ilişkiyi gösteren dizi fragmanı yayından kaldırıldı ve dizinin senaristi Merve Göntem gözaltına alındı. RTÜK’ün başlattığı soruşturmayla ilgili olarak RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, önceki soruşturmalara benzer şekilde, kamuoyundan gelen tepkileri ve şikâyetleri gerekçe gösterdi; Aile Yılı’na atıfta bulundu: “2025 yılının ‘Aile Yılı’ ilan edilmesi, bu değerlerin devletimiz ve milletimiz için taşıdığı önemin en açık göstergesidir. Unutulmamalıdır ki aileyi hedef alan her yayın, yalnızca ekranlarla sınırlı kalmaz; çocuklarımızın ruhuna, gençlerimizin istikbaline ve toplumumuzun huzuruna doğrudan sirayet eder.” Her gün kadınlara, gençlere, çocuklara yönelik şiddet haberleriyle sarsıldığımız bu dönemde ilgili kesimleri koruyacak yasaları uygulamayan, demokrasinin bir gereği olarak hak ve özgürlüklerin korunması yönünde sorumluluk almayan devlet kurumlarının, neleri Aile Yılı kapsamında ele aldığı sorusu, bu vaka örneğiyle de kamuoyunda tartışılmaya devam etti.

“Kızılcık Şerbeti” dizisi seküler ve mütedeyyin kesimleri alışılagelmişin dışında, gündelik yaşamda bir arada ele alması nedeniyle, yayınlandığı ilk günden bu yana kamuoyunun dikkatini çekmiş, yüksek reyting oranlarına ulaşmıştı. Bir yandan, İslam dinini aşağıladığı iddialarıyla kimi tarikat ve cemaatlerin tepkisine, yayından kaldırılması için fetvalara ve kampanyalara konu olurken, diğer yandan da seküler kesimlerce toplumsal kutuplaşmayı körüklediği iddiasına maruz kalmıştı. Dizi hakkında o dönem de RTÜK tarafından inceleme başlatılmış, yayın durdurma kararları çıkarılmış fakat içinde bulunduğu gerilim hattına rağmen Kızılcık Şerbeti yayın hayatına devam etmiş ve sembol bir dizi haline gelmişti. RTÜK’ün bu son hamlesi, dramaturjik anlamda tarafsız bir söylem tutturmaya çalışan dizinin, seküler-İslamcı kutuplaşmasının derinleştirilmesine dönük politikaların hedefi olmaya devam ettiğini gösteriyordu.

Gözaltına alınan senarist Merve Göntem’in avukatı Giray Kemer, soruşturma kapsamındaki suç isnadını henüz öğrenemediklerini ancak Göntem’in, “Çıplak” dizisinde yazdığı bir kadın karakter hakkında 4 yıl önce yaptığı konuşmanın yeniden gündem olmasının ardından gözaltına alındığını bildirdi. Yürütülen sistematik linç kampanyasına ilişkin olarak da “kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin her gün yaşandığı ülkemizde, bir kadının eserleri üzerinden hedef gösterilmesi, sosyal medya linciyle sindirilmeye çalışılması, yetmezmiş gibi bir de gece vakti gözaltına alınması hukuk adına bir garabet, ülkemiz adına utanç vesilesidir” ifadelerini kullandı.

Dizinin yapımcısı Gold Film ise, resmî açıklamasında, dizinin aile kurumuna ve Türk toplumunun kadim değerlerine karşı herhangi bir saldırı, küçümseme veya aşağılama amacı taşımadığını belirtti, olumsuz eleştirileri giderecek niyet ve iradeyi göstereceklerini beyan etti. Fragmanı yayından kaldırılan dizinin senaryosu değiştirildi; bazı sosyal medya kullanıcılarına göreyse, “diziye kayyum atanmıştı!” Bu arada, 11 Eylül’de Can Holding’e yapılan operasyon sonrası mahkeme kararıyla, dizinin yayınlandığı kanal olan Show TV’nin, Habertürk ve Bloomberg HT gibi kanallarla birlikte Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildiğini hatırlatalım.

“Fuhuşa teşvik” ve “suç işlemeye tahrik” suçlamalarıyla Sulh Ceza Hâkimliği’ne sevk edilen Merve Göntem, savunmasının ardından yurtdışı çıkış yasağı ile serbest bırakıldı fakat RTÜK’ün icraatları bununla da bitmedi; RTÜK, Aile Yılı denetimleri kapsamında “milli ve manevi değerlere aykırılık” iddiasıyla beş dijital platforma (Disney+, Prime Video, Netflix, HBO Max, MUBI) üst sınırdan para cezası kesti; eşcinselliği olumladığını, aile değerlerini hiçe saydığını ve toplumun ortak değerleriyle çatıştığını iddia ettiği içeriklerin katalogdan çıkarılmasına karar verdi.

RTÜK’ün CHP’li üyesi Tuncay Keser cezalara ana akım medyadaki gündüz kuşağı programlarını örnek göstererek tepki gösterdi: “Gündüz kuşağı programlarında, reyting uğruna aile kurumu neredeyse her gün dinamitlenirken, RTÜK’ün, yetişkinlerin bedel ödeyerek eriştiği şifreli ve isteğe bağlı platformlardaki akıllı işaretli kurgusal yapımlar üzerinden ‘toplumu koruma’ iddiası ciddi bir çelişki ve çifte standarttır.”

21 Eylül gecesi bir başka hassasiyete daha tanık olduk; TV’de yayınlanan “Türkiye’nin Yönü” programındaki “RTE’nin (Recep Tayyip Erdoğan), Netanyahu’dan farkı ne?” altyazısı nedeniyle TELE1 özür diledi ve altyazının “sehven” yazıldığını iddia etti. Fakat bu özür yeterli bulunmamış olacak ki TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, Sorumlu Müdürü İhsan Demir ve program moderatörü Musa Özuğurlu hakkında “cumhurbaşkanına alenen hakaret” gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Polis eşliğinde adliyeye götürülen isimler ifadelerinin ardından çıkarıldıkları mahkemede, “yurtdışı çıkış yasağı ve karakola imza” adli kontrol tedbirleri uygulanarak serbest bırakıldılar.

YouTube’da popülerleşen bir programın yapımcıları olan Boğaç Soydemir ve Enes Akgündüz de “Soğuk Savaş” isimli programlarındaki ifadeleri nedeniyle soruşturmaya alınan isimlerdendi. “İçki tüm kötülüklerin anasıdır” hadisi üzerinden Hz. Muhammed ile ilgili halkı tahrik edici söylemlerde bulundukları iddiasıyla başlatılan soruşturmada gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Böylece, bir şaka yapmak da o şakaya gülmek de cezalandırılabilecek eylemler olarak kültür-sanat tarihimizde yerini almış oldu.

Eylül ayının sansür başlığı altında ele aldığımız kültür-sanat gelişmeleri, iktidara muhalif olan kesimlerin cezalandırıldığı; din, aile, ahlak gibi kavramların inanç ve ifade özgürlüklerini kısıtlamak için gerekçe gösterildiği karanlık bir süreci işaret ediyor. Son dönem CHP’ye yönelik tutuklamalar ve operasyonlar da düşünüldüğünde, baskı mekanizmalarının özellikle “seküler” kesime mensup sanatçılar üzerinde yoğunlaştırılmasının, toplum içindeki kutuplaşmaları derinleştirme, muhalif olanı susturma hedefi taşıdığı söylenebilir. Dansları, kıyafetleri, şarkı sözleri, inanç tercihleri için açıklama yapmak zorunda bırakılan sanatçılar için bu koşullarda sanat yapmak, aynı zamanda bir kimlik ve varoluş mücadelesine dönüşmüş durumda. Gezi Davası öne sürülerek, sağlık sorunlarına rağmen tartışmalı bir şekilde hapiste tutulan Ayşe Barım’ın, sektörde yalnız bırakıldığına, mağduriyeti hakkında sessiz kalındığına ilişkin sitemleriyse bir korku toplumu portresi çiziyor akıllara. Sanatçıların bireysel çıkışlarla alabilecekleri risklerin sınırı düşünülürse, sanat alanının örgütlülüğe, biraradalığa her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu görülecektir. Ve toplumların da özgürlükçü sanatsal duruşlara, stratejilere ve yenilikçi dillere ihtiyacı var. “Çünkü sanat sustuğunda toplum sağırlaşır. Çünkü sahne boş bırakılırsa, karanlık doldurur. Biz susmayacağız. Bu baskının karşısında yan yana duracağız. Mabel Matiz’in sesi de Merve Göntem’in kalemi de Sarinvomit’in gitarı da Manifest’in konseri de bizimdir. Bu ülkenin sahnesi, sokağı, ekranı, galeri duvarı, konser alanı bizimdir. Ve mücadele tarihimizde çok kez olduğu gibi, bu defa da hatırlıyoruz: Sansüre başvuranlar, halktan korkanlardır. Biz halkız. Şiddetin, tacizin, nefret söyleminin, hedef göstermenin, cinayetin, hırsızlığın, yolsuzluğun ve ihmalin cezalandırıldığı bir ülke istiyoruz.”

 

Sanat Dünyasında İsrail Protestoları, Filistin’e Destek

Özellikle kültür-sanat alanındaki İsrail protestoları Eylül ayına damgasını vurdu. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de Filistinlilere dönük büyük bir soykırım yürüten İsrail’in savaş suçları, Batı dünyasının gündemine de girdi, birçok devlet Filistin’i tanıdığını açıkladı. Bu kadar geç gösterilen tavrın Filistinlilerin yaşadığı bu yıkımı telafi etmesi mümkün değilse de kınama ve protestoların kültür-sanat alanında daha yüksek sesle dile getirilmesi, sanatın toplumsal hayata ve siyasete dair söz söylemesinin ne kadar etkili olabileceğini tekrar hatırlattı. Bu dönemki protestoların en dikkat çekici yanı ise sanatçıların, yapımcıların… İsrail devletiyle ekonomik ilişkileri olan büyük kapital şirketlere rest çekmesi ve bazı yaptırımlar uygulama tehditleriydi.

Örneğin, dünyanın dört bir yanından, aralarında Yorgos Lanthimos, Ava DuVernay, Asif Kapadia, Boots Riley, Joshua Oppenheimer gibi yönetmenler ile Olivia Colman, Mark Ruffalo, Tilda Swinton, Javier Bardem, Riz Ahmed ve Cynthia Nixon gibi oyuncuların da bulunduğu yüzlerce sinema emekçisi, İsrail film kurumlarıyla çalışmayacaklarını duyuran yeni bir taahhütname imzaladı. “A Pledge Against Complicity” (Suç Ortaklığına Karşı Bir Taahhüt) başlıklı taahhütnamede kurumların suç ortaklığı; soykırımı ya da apartheid’i aklamak, haklı göstermek veya bunları uygulayan hükümetle iş birliği yapmak olarak tanımlandı. İmzacılardan biri olan senarist David Farr’ın, Holokost kurbanlarının torunu olarak, İsrail devletinin eylemlerini eleştirmesi ve Güney Afrika’daki kültürel boykotu model aldıklarını ifade etmesi dikkat çekiciydi. 1987 yılında Filmmakers United Against Apartheid (Apartheid’a Karşı Birleşen Sinemacılar İnisiyatifi) tarafından apartheid döneminde Güney Afrika’da film gösterimleri boykot edilmişti, neredeyse 40 yıl sonra aynı eylemler günümüz sinemacıları tarafından sahipleniliyor ve Filistin halkı için devralınıyordu. Taahhütnamede bu açıkça dile getirildi: “Apartheid Güney Afrika’da filmlerini göstermeyi reddeden Apartheid’a Karşı Birleşen Sinemacılar İnisiyatifi’nden ilham alarak, Filistin halkına karşı soykırım ve apartheid rejiminde rol alan İsrailli film kurumları (festivaller, sinemalar, yayıncılar ve yapım şirketleri dahil) ile çalışmayacağımızı, bu kurumların etkinliklerine katılmayacağımızı ve filmlerini göstermeyeceğimizi taahhüt ediyoruz.”

Boykotun, Hollywood ve Avrupa’dan gelen tepkilerin bir devamı niteliğinde olduğu söylenebilir. Önceki yaz Joaquin Phoenix, Pedro Pascal, Ralph Fiennes ve yönetmen Guillermo del Toro gibi isimler, film endüstrisinin Gazze’deki duruma sessiz kalmasını kınayan açık bir mektup imzalamıştı. Norveç Oyuncular Sendikası da üyelerine bazı İsrail kültür kurumlarıyla çalışmama tavsiyesinde bulunmuştu.

Boykotlar uluslararası festivallere de taşındı. 82. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde gazetecilerin sorularını yanıtlayan ABD’li ünlü yönetmen Jim Jarmusch, dijital film platformu MUBI’nin Sequoia şirketiyle olan ilişkisinden rahatsızlık duyduğunu ve filmlerini finanse etmek için farklı kaynaklardan para aldığını ifade etti. Bahsi geçen Silikon Vadisi merkezli Sequoia Capital şirketinin, İsrail ordusuyla yakın ilişkileri olduğu ortaya çıkmış, MUBI’nin de Sequoia Capital’den 100 milyon dolarlık yatırım aldığı açıklanmıştı.

Venedik Film Festivali, açılışından itibaren başka birçok protestoya sahne oldu. Lido adasında toplanan binlerce kişi, İsrail’in Gazze halkını aç bırakmaya ve topraklarını terk etmeye zorlayan savaş suçlarına karşı gösteri düzenledi. Eylem topluluğunun festival alanına girişi engellenmiş olsa da protesto sesleri geniş yankı uyandırdı. Festivalden kısa bir süre önce “Venice4Palestine” girişiminin çağrısını imzalayan sinema sanatçılarının sayısı 2 bine çıkmıştı. Daha ilk gün imza veren Ken Loach, Guillermo del Toro, Todd Fields, Michael Moore gibi isimler de bu eyleme katılmışlardı.

Bir başka protesto Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yaşandı. Prömiyerini bu festivalde yapacak olan “Palestine 36” film ekibi prömiyere, Filistin bayrağı ve “Gazze’deki Soykırımı durdurun” pankartıyla katıldı.

ABD’de düzenlenen 77. Emmy Ödülleri törenine katılan birçok oyuncu da İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılara tepki gösterdi. Oscar ödüllü İspanyol sinema oyuncusu Javier Bardem, ödül törenine Filistin mücadelesinin sembolü haline gelen bir kefiye takarak katıldı. Bardem, İsrail’in Gazze’deki saldırılarını destekleyen veya meşrulaştıran herhangi bir filmde veya televizyon şirketinde çalışmayacağını belirterek, İsrail’e ticari ve diplomatik yaptırımlar uygulanması çağrısında bulundu, “Özgür Filistin” ifadesini kullandı.

Gecede, Yahudi aktrist Hannah Einbinder, ödül konuşmasıyla ayrıca dikkat çekti. Yakasında Gazze’de ateşkes çağrısıyla bir araya gelen çok sayıda sanatçının oluşturduğu Artist4Ceasefire hareketinin broşunu taşıyan oyuncu, Yahudilerin İsrail devletinden ayrı olduğunu dile getirme konusunda kendisini yükümlü hissettiğini, dinlerinin ve kültürlerinin, etnik-milliyetçi bir devletten tamamen ayrı olduğunu ifade etti; ABD Başkanı Donald Trump’ın politikalarına tepki gösterdi.

İsrail’in Gazze halkına saldırıları devam ederken Oscar ödüllü “No Other Land” filminin yönetmenlerinden Filistinli Basel Adra, İsrail askerlerinin Batı Şeria’daki evine baskın düzenlediğini duyurdu. Filistin-İsrail ortak yapımı bir film olan “No Other Land”de İsrail ordusunun işgal altındaki Batı Şeria’nın Masafer Yatta bölgesini yok etmesi ve bölge halkının kademeli olarak sürülmesini engellemek için verilen mücadele anlatılıyordu.

Sinema alanındaki bir başka protesto da İspanya’nın Bask Bölgesi’nde düzenlenen 73. San Sebastian Uluslararası Film Festivali’nin açılış galası öncesi gerçekleşti, binlerce kişi İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının sona ermesi ve İsrail’in boykot edilmesi çağrısıyla sokaklarda gösteri yaptı.

Eylül ayının başlarındaki MUBI tartışmaları, ay boyunca protestolara konu olmaya devam etti. Dünyaca ünlü yönetmenler Aki Kaurismäki, Joshua Oppenheimer ve Levan Akın’ın da aralarında bulunduğu 38 sinemacı, MUBI’ye mektup yazarak “Soykırıma Ortak Olma” çağrısı yaptı. Mektupta MUBI’nin finansal büyümesinin Gazze’deki soykırımla bağlantılı olduğu ifade edildi.

Film Workers for Palestine kolektifi de benzer bir çağrı yaparak MUBI’den üç adım talep etti: Sequoia Capital’in soykırımdan çıkar sağladığı için kamuoyu önünde kınanması, Sequoia ortağının MUBI yönetim kurulundan çıkarılması ve etik yatırım politikası uyarınca Filistin’in kültürel boykot kurallarına uyulması.

Tüm bu gelişmeler sonrası MUBI boykotu genişledi; Glasgow Çağdaş Sanatlar Merkezi, Cineteca Nacional ve Cinemateca de Bogota gibi kurumlar MUBI Fest’ten çekildi. Şili’deki Valdivia Film Festivali ise MUBI’nin dağıttığı filmleri göstermeyeceğini açıkladı. Benzer tepkiler Türkiye’den de yükselmişti; yaklaşık 400 sinema ve televizyon emekçisi ortak bildiri yayımlayarak uluslararası çağrıyı destekledi, “sinemamızın soykırım ve işgal politikalarıyla yan yana durmasını istemiyoruz, sessiz kalmak, taraf olmaktır” dedi.

MUBI her ne kadar hakkındaki suçlamaları reddetse, etik yatırım politikası hazırlayacağını ve risk altındaki sanatçılara destek fonu oluşturacağını duyursa da uluslararası sinemacılar ve festivaller, platformun Sequoia bağlantısı kesilmediği sürece tepkilerini sürdürmeye kararlı olduklarını ifade ediyorlar.

Sinema alanındaki uluslararası protestolar müzik dünyasını da etkisi altına aldı. Dünya genelinde 400’den fazla sanatçı, Gazze’de Filistinlilere yönelik soykırımı protesto etmek amacıyla eserlerinin İsrail’in dijital yayın platformlarından kaldırılması için kültürel boykot girişimine katıldıklarını duyurdu. “Soykırıma Müzik Yok” sloganıyla başlatılan girişim kapsamında hazırlanan bildiride dünyanın en önemli plak şirketlerinden Sony, Universal ve Warner gibi şirketlere baskı yapmanın ve Ukrayna saldırıları sonrası Rusya’da attıkları adıma benzer şekilde bu boykot girişimine katılmalarını teşvik etmenin hedeflendiği ifade edildi: “Kültür tek başına bombaları durduramaz ancak siyasi baskılarla mücadele edebilir, kamuoyunun yönünü adalete çevirebilir ve insanlığa karşı suç işleyen ülkelerle ilişkilerin normalleşmesine karşı çıkabilir.”

Dünyaca ünlü İngiliz müzik grubu Massive Attack, Spotify’daki tüm albümlerini platformdan kaldırma kararı alacağını duyurdu. Grubun açıklamasında, “Spotify CEO’sunun askeri mühimmat droneleri ve savaş uçaklarına entegre yapay zekâ teknolojisi üreten bir şirkete yatırım yaptığını öğrendik. Bu nedenle müziklerimizin Spotify’dan kaldırılmasını talep ettik. Başka bir yol da mümkün” ifadeleri yer aldı. Karar, daha önce Avustralyalı grup King Gizzard and the Lizard Wizard tarafından aynı gerekçelerle başlatılan bir akımın devamı niteliğindeydi.

İsrail tepkisi, dünyaca ünlü İngiliz şarkıcı Dua Lipa ile İsrail’e verdiği destek tartışmaları nedeniyle menajeri David Levy’nin de yollarını ayırdı. Levy’nin Filistin yanlısı İrlandalı rap grubu Kneecap’in Glastonbury Festivali’nde sahne almasını engellemeye yönelik bir mektup yazdığını öğrenen Lipa, menajerinin Filistinlilere yönelik tutumunu kabul etmediğini belirterek ilişkilerini bitirdi. Dua Lipa, daha önce sosyal medya hesaplarından Gazze’deki sivil ölümleri “İsrail soykırımı” olarak nitelendirmiş ve bu açıklamalarıyla uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmişti.

Son olarak, İzlandalı şarkıcı Björk de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına tepki olarak Spotify ve Apple Music’teki şarkılarının önemli bir kısmına İsrail’den erişimi engelledi.

Yurtdışında yaşanan bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de Filistin meselesi kültür-sanat dünyasının gündemleri arasındaydı. 2024 yılında kuşatma altındaki Gazze’de başlayan ve sanat yoluyla direnişi görünür kılmayı amaçlayan Gazze Bienali İstanbul’a taşındı. 18. Uluslararası İstanbul Bienali ile eş zamanlı gerçekleştirilen bienalde, fiziksel olarak seyahat edemeyen Gazzeli sanatçıların tele-söyleşiler, ortak enstalasyonlar ve farklı iş birliği yöntemleriyle temsil edilmesi sağlandı.

Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali de “Sinema barıştır, özgürlüktür, umuttur” mottosuyla yola çıkarak, Dünya Sineması bölümünde Filistin’e odaklanan özel bir seçki sundu. “Gazze, Şimdi!” başlıklı seçkide, Filistin’in hem geçmişi hem de bugünü mercek altına alındı.

Odunpazarı Belediyesi Çağdaş Sanatlar Galerisi, Gazze’de yaşanan yıkımın konu edildiği yeni sergisinde Gülgün Başarır’ın “İnsanlığın Ayak İzi: Gazza” başlıklı çalışmasına ev sahipliği yaptı.

Filistinli tarihçi Rashid Khalidi’nin The Hundred Years’ War on Palestine kitabı, yaklaşık 8 yıldır cezaevinde olan Gezi Parkı davası hükümlüsü Osman Kavala editörlüğünde Filistin: Yüz Yıllık Savaş, Yerleşimci Kolonyalizmin ve Direnişin Tarihi (1917-2017) ismiyle Türkçeye çevrildi.

Barış İçin Toplumsal Girişim, bir açıklama yayınlayarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü saldırıları “soykırım ve işgal harekâtı” olarak niteledi, uluslararası kamuoyunu harekete geçmeye çağırdı. Katar’da yapılan İslam İş Birliği Teşkilatı ve Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi’ne dikkat çekilen açıklamada, İslam dünyasının İsrail’le iş birliğini sürdürdüğü, “İbrahimî Anlaşmalar” dahil ilişkilerden vazgeçmediği ve Sumud Filosu gibi sivil girişimlere de yeterli destek sunmadığı vurgulandı.

Türkiyeli 250 yazar ve edebiyatçı da Filistin’le ilgili bir açıklama yayınladı. İktidarı acil ve etkin bir tutum almaya davet eden yazarlar, kültür ve sanat camiasına da seferberlik çağrısı yaptı. Mahmud Derviş’in dizeleriyle başlayan açıklamada, soykırım ve katliamın durdurulması istendi. Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde de Türkiye Yazarlar Sendikası’nın, “özgürlüklerine ses soluk olabilmek için Filistinli şairlerin şiirlerini ve bu acılı ülke üzerine yazılmış şiirleri okumak için buluşuyoruz” çağrısıyla yazarlar ve okurlar yan yana geldi, Filistin’in özgürlüğü için şiirler seslendirildi.

Müzik camiasında ise Mabel Matiz’in Filistin’e ithafen şarkı söylemesi, Cem Adrian ve Fazıl Say’ın Gazze’deki soykırıma sessiz kalınmaması çağrıları gündemdeydi.

Özellikle yurtdışındaki sanatçıların Filistin’de insan ölümlerini durdurma çağrılarının Batı’da belli bir gündem oluşturabildiği görülüyor. Küresel çaptaki bu eylemler, sokaklardan festivallere, geniş alanlarda yankı bulmaya başladı. Filistin meselesinin yüksek siyasetin sınırları dışında çözümlenmesi pek mümkün olmayacaksa da kültür-sanatın savaşın karşısında, yaşam hakkı ve barış söylemiyle konumlanması savaş politiklarının bu kadar belirleyici olduğu bir dönemde daha kıymetli hale geliyor. Türkiye’de ise Batı’daki kadar olmasa da Filistin meselesinin gündemde tutulmaya çalışıldığı söylenebilir. Her ne kadar Hamas gibi radikal İslamcı grupların varlığı, Ortadoğu’da henüz nasıl şekilleneceği bilinmeyen dengeler vb. konular nedeniyle, belirli kesimlerin mesafeli bir duruşa sahip olduğu görülse de büyük bir soykırıma, açlığa ve sefalete mahkûm edilen Filistinlilerin bu trajedisi dünyada barış çağrılarının önemli bir parçası olmaya devam edecek.

 

Festivaller Eylül’ü

Eylül ayı Türkiye’de birçok yerel ve uluslararası festivale ev sahipliği yaptı:

  1. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, 32. Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali, 18. İstanbul Bienali, 35. Akbank Caz Festivali, 4. Evrensel Bilim Kurgu ve Fantastik Film Festivali, Filistin başlığı altında ele aldığımız Gazze Bienali, 7. Kadın Kısa Film Yönetmenleri Festivali, 4. Ayvalık Uluslararası Film Festivali, 3. Uluslararası Mitoloji Festivali, bu yıl üçüncüsü düzenlenen Noise Media Art, 15. Antalya Kitap Fuarı, 20. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali (İFF), Adana Çağdaş Sanat Fuarı, Bodrum Uluslararası Film Festivali, Adalar Caz Festivali ve burada adını sayamayacağımız daha birçok kültür-sanat buluşması sanatseverlere kapılarını açtı (Festivallerle ilgili ayrıntılı bilgiye haber akışımızdan ulaşabilirsiniz).

Önümüzdeki aylarda başlayacak olan kimi etkinliklerin de duyuruları yapılmaya başlandı; 2025 programını açıklayan Filmekimi, 29. İstanbul Tiyatro Festivali, Ekim ayında binlerce işçinin katılımıyla düzenlenecek olan Antep Emek Festivali, Antakya KuirFest, FilmAmed Belgesel Festivali ilk akla gelenlerden…

Türkiye’nin en büyük festivallerinden bir olan ve Ekim ayında düzenlenecek 62. Antalya Altın Portakal Film Festivali bu yılki onur ve başarı ödüllerinin sahiplerini açıkladı. Onur ödüllerine Serap Aksoy ve Settar Tanrıöğen’in; başarı ödüllerine ise Merve Dizdar ve Selahattin Paşalı’nın layık görüldüğü ifade edildi.

Kasım ayında düzenlenecek olan 36. Ankara Film Festivali’nin Aziz Nesin Emek Ödülü Zuhal Olcay’a, Sanat Çınarı Ödülü ise Rutkay Aziz’e verildi.

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, her yıl olduğu gibi bu yıl da Agos gazetesinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de sahiplerini buldu. 17. kez verilen ödüle Türkiye’den Bülent Şık, uluslararası kategoriden ise İspanyol gazeteci aktivist Helena Moleno Garzon layık görüldü.

Bağımsız gazeteciliğin simgelerinden, Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Gazetecilik Ödülleri de sahiplerini buldu. Ödüller, “Türkçe Haber”, “Video Haber”, “Kürtçe Haber”, “Haber Fotoğrafı”, “Karikatür” ve “Kadın Haberciliği” dallarında verildi.

Yönetmenler Zeynep Dadak ve Çiçek Kahraman, Gezi Davası kapsamında cezaevinde tutulan film yapımcısı Çiğdem Mater’in yokluğundan hareketle hazırladıkları deneme filmi “Tuhaf Saçma Neyse” ile sanatsal üretim, otosansür ve dayanışma meselelerini tartışmaya açtılar.

  1. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali açılışında, tutuklu Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın mesajının, yapay zekâ aracılığıyla seslendirilmesi dikkat çekiciydi. Karalar mektubunda ifade özgürlüğünün önemine dikkat çekiyordu: “Sanatçının özgür hissetmediği bir ortamda üretimden söz edilemez. Buna rağmen tüm güçlüklere karşın mesleklerini onurla sürdüren sanatçılarımızı yürekten kutluyorum.”

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve kültürel iklim, belediyelere dönük operasyonlar ve kayyum uygulamaları, kültür-sanat alanındaki sansür, ekonomik darboğaz, dış siyasetteki gelişmeler, ağır aksak ilerleyen barış süreci girişimi ve daha birçok şey düşünüldüğünde bu festivallerin ne kadar hassas dengeler üzerine kurulduğunu ve ne büyük emeklerle gerçekleştirilebildiğini anlamak zor değil. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali direktörü Vecdi Sayar’ın açılış konuşmasındaki, “zor koşullara rağmen inatla devam ediyoruz. Salonlarımız doldu, bu bizim için büyük mutluluk” ifadeleri bu durumu örnekler nitelikte. Tüm bu zorluklara rağmen, kültür-sanat alanının toplumsal gündemlere, festivaller kadar canlı stratejiler üretip üretemediği ise ayrı bir tartışmanın konusu.

Festivaller ve sanat kurumları kadar bağımsız ve özgür üniversitelerin de güçlü bir kültür-sanat yapılanması için elzem olduğu bir gerçek. Eylül ayında kimi üniversitelerde yaşanan gelişmeler de yine kamuoyunun tepkisine neden oldu.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Sinema TV Merkezi’ni yıkma kararı alınması üniversite öğrencileri ve eğitimciler tarafından, sinema belleğinin, üretim kültürünün ve eğitim geleceğinin kaybı olarak yorumlandı. Öğrenciler ve mezunlar, bu yıkıma karşı imza kampanyası ve basın açıklaması düzenleyerek meslek örgütlerine ve sinema birliklerine çağrı yaptı.

11 Eylül Can Holding operasyonları sonrası el konulan kurumlardan biri de İstanbul Bilgi Üniversitesi’ydi. Üniversiteye kayyum atanması, kampüste endişe ve belirsizlik yarattı. Öğrenciler özgürlük alanlarının kısıtlanmasından endişe duyduklarını ifade ettiler.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) kulüp ve topluluklardan da sorumlu olan Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı (YTÜ SKS) en az 11 kulüp ve topluluğun bir dönemliğine faaliyetlerinin askıya alınmasına ya da kapatılmasına karar verdi. Karara gerekçe gösterilen maddeler, “tüzüklerinde belirtilen kuruluş amaç ve faaliyet alanlarına uygun etkinliklerde bulunmadıkları” ve “Anayasa hükümlerine, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’na ve ilgili mevzuat hükümlerine uygun tutum ve davranışlarda bulunmadığı” ifadelerini içeriyordu.

Bir diğer gelişme ise Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde yaşandı. 90. yılında bir tek sanatçı hocası olmadan eğitime başlayan bölümde, 12 öğretim görevlisinin görevine gerekçe gösterilmeden son verildi. Sanatçılar, işten atılmalarının Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı ile ilintili olduğunu öne sürdü. Tiyatro emeklisi ve öğretim görevlisi Murat Atak, muhalif kimliklerinden dolayı hedef gösterildiklerini, devlet tiyatrolarında liyakat şartlarının KHK’lerle askıya alındığını, başrejisör ve genel müdür yardımcılığı gibi kadrolara usulsüz atamaların yapıldığını hatırlattı.

Eylül ayında bağımsız tiyatrolar konusunda bir rapor yaynladığını da ekleyelim. İstanbul’daki 68 bağımsız tiyatro sahnesiyle yapılan saha araştırması, bağımsız sahnelerin mekân, finansman, insan kaynağı ve seyirciyle bağ kurma alanlarında ciddi sorunlar yaşadığını ortaya koydu. “Tiyatro Sahnelerinin İletişim Alışkanlıkları” raporuna göre bağımsız tiyatrolar “var olmak için görünür olmak” zorunda kalıyor; mekânsal istikrarsızlık, ruhsat sorunları ve fiziki koşulların yetersizliği ise en çok dile getirilen şikâyetler arasında…

 

Barış

Eylül ayının kültür-sanat gelişmeleri içerisinde kendine en az yer bulabilen gündem ne yazık ki Türkiye ve barıştı. 1 Eylül Dünya Barış Günü, barış talebinin çok daha güçlü bir sesle dile getirileceği kültür-sanat buluşmalarına vesile olamadı. Kitlesel barış eylemleri organize edilemediği gibi, bireysel düzeyde de sanat dünyasından etkili çıkışlar gerçekleşmedi. Bu konuda bir girişim Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi’nden geldi; muhalif sanatçılar “sanatı toplumsallaştırmak” temasıyla barış süreci, cezasızlık ve sanatçıların çözüm sürecindeki rolünü tartışmak üzere bir araya geldi.

Bir diğer etkinlikse kamuoyunda pek yer bulamasa da 13 Eylül’deki Barışa İhtiyacım Var İnisiyatifi’nin İstanbul Yoğurtçu Parkı’nda düzenlediği Barış İçin Kadın Buluşması’ydı. İnisiyatifin ve farklı sanat disiplinlerinden kadınların bir araya gelerek forumlar, dans ve müzik gösterileri aracılığıyla kadınları barışı konuşmaya, tartışmaya davet etmesi önemli bir girişim olsa da etkinliğe katılan kadınların katılım oranı ve kültürel çeşitliliği beklenen tablonun çok uzağında kaldı.

Görülüyor ki Türkiye’deki barış tartışmaları yüksek siyasetin sınırları içerisine sıkışmış durumda. Uzun yıllar boyunca Kürtlere uygulanan baskı, kayyum, yasaklama, tutuklama politikaları barış süreci sayesinde bir nebze askıya alınmış olsa da benzer uygulamaların şimdi de CHP ve seküler çevrelere yöneltilmiş olması, barış sürecinin altını oyan, ilgili kesimlerin sürece mesafeli yaklaşmasına yol açan bir ayrışmayı ve hatta kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Barışın, toplumsal yapıların ortak çabaları ve katkılarıyla, emek verilerek, mücadele edilerek kurulması ve ilmek ilmek örülmesi gereken bir süreç olduğu düşünülürse Türkiye’deki muhalif ortamın henüz bu aşamadan uzak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Toplumsal tabandaki sessizlik ve bekleme hali kültür-sanat alanı için de geçerli ne yazık ki.

İçinde yaşadığımız baskı rejimine rağmen, toplumsal gelişmelerin kültür-sanat alanına, üretimlere, festivallere ve alternatif buluşmalara nasıl sirayet ettiği, edeceği; bu alanların barış, demokrasi ve özgürlük mücadeleleri içerisinde nasıl konumlanabileceği en önemli gündemlerimizden biri olmalı…