Bu yazı 6-19 Haziran 2020 tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır. Geçtiğimiz iki haftanın ne çıkan gündemleri HDP’nin “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü”, AKP’nin barolarla ilgili yasada yapmayı planladığı düzenlemelere karşı baroların harekete geçmesi, normalleşme süreci ile birlikte vaka sayılarında görülen artış, Libya’da Türkiye’nin desteği ile Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne bağlı güçlerin Hafter güçlerini geriletmesi ve Irak Kürdistanı’nda TSK’nın gerçekleştirdiği hava ve kara harekatları idi.

İç Politika:

HDP’nin “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü”

Bu dönemde iç politikada gördüğümüz en önemli gelişmelerden biri, HDP’nin Hakkari ve Edirne olmak üzere iki koldan başlattığı “darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”ydü. Yürüyüşe, HDP’nin elindeki belediyelere kayyum atanması, belediye eşbaşkanlarının tutuklanması ve son olarak milletvekilleri Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın milletvekillerinin düşürülmesi üzerine karar verildi. Yürüyüş güzergâhı boyunca polis yoğun bir baskı uyguladı, yerleşim yerlerine giriş çıkışlar sınırlandırıldı, toplantı ve yürüyüşler yasaklandı. Medyaya yansıyan görüntülerde, HDP’li milletvekillerinin halka buluşmasının engellendiği, yer yer toplanan kitleden gözaltılar gerçekleştirildiği görüldü.

Yürüyüşe ilişki devletin şöyle bir politika izlediği söylenebilir: HDP’li milletvekillerine ve araç konvoylarına müdahale edilmedi. Fakat HDP’li milletvekillerinin parti tabanıyla buluşmasına, Kürtlerin kalabalıklar oluşturup taleplerini kitlesel şekilde dile getirmesine asla izin verilmedi. Kısacası, HDP’nin bir tür gövde gösterisi yapıp meşru bir siyasal parti olarak kitlesel seçmen desteğini Türkiye’nin gündemine taşıması devletin kırmızı çizgisiydi.

HDP’nin “darbeye karşı demokrasi yürüyüşü” farklı, hatta yer yer çelişen değerlendirmelerin konusu olabilir. Yapılan yorumlardan biri yürüyüşün, rejimin istediği gibi HDP’yi kolayca “marjinal” bir parti durumuna düşüremediğini gösterdiğine vurgu yapıyor. Yürüyüş, şöyle veya böyle Türkiye’nin gündemine oturdu, orantısız baskı ve engellemeler HDP’ye dönük bir sempatinin oluşmasına neden oldu, HDP’ye belli bir meşruiyet alanı sağladı. Örneğin, DEVA Parti’sinin Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı Mustafa Yeneroğlu, HDP’lilere uygulanan şiddeti kınadı. HDP’ye yapılan “siyasetin gayrimeşru çocuğu” muamelesinin kısmen kırılmasına yol açtı. Hatta bir sokak eylemi olması itibarıyla baroların eyleme geçmesini bile teşvik ettiği söylenebilir.

Diğer yandan “darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”ne ilişkin daha eleştirel yorumlar da gündeme geliyor. Örneğin, HDP’nin tasarladığı haliyle kitlelerin katılımını baştan imkansız kılan eylem formatının HDP ve Kürtler üzerindenki baskıyı geriletmek/caydırıcı olmak konusunda ne ölçüde başarılı olacağı önemli bir kriter. Bunun yanı sıra, “darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”nün söyleminde önemli müphemlikler olduğu söylenebilir. Bu çerçevede, “yürüyüş mevcut siyasal sistemde HDP’ye ‘meşru’ bir yer açmak için mi, Kürtlerin temel taleplerini gündeme getirmek için mi düzenlendi?” sorusuna açık bir yanıt vermek kolay değil. Son olarak, yürüyüş sırasındaki söylemin ağırlıkla Türkiye’nin demokratikleşmesine vurgu yapmasının, öncelikli gündemi farklı olan bölgedeki Kürtlerin parti ile arasındaki mesafeyi kapatmaya yardımcı olmadığı ileri sürülebilir.

Her ne olursa olsun HDP’nin düzenlediği yürüyüşün toplum tabanında nasıl bir enerji ürettiğini, halk nezdinde nasıl karşılandığını bilmiyoruz. Bu yönde veriler olmadan yapılacak değerlendirmelerin eksikli olacağı düşüncesiyle bölgedeki yerel basının yakından izlenmesi gayet önemli görünüyor.

Pandemi: sözde “normalleşme”

Önemli gündemlerden biri de doğrudan halk sağlığını ilgilendiren, 1 Haziran’da yürürlüğe konan “normalleşme” politikasıydı.

“Normalleşme”yle birlikte vaka sayıları yeniden yükselmeye başladı, vefat sayıları da günde 20-30 civarında seyretti. Aslında “normalleşme” denilen politikanın, iktidar bloğunun yoksullaşma ve işsizlik nedeniyle iktidardan olmasını önlemek için ekonominin çarklarını yeniden döndürürken sağlık sisteminin “tolere” edebileceği, fakat yine de yüksek olan vaka/vefat sayılarının topluma kabul ettirilmesinden ibaret olduğu söylenebilir. Nitekim Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi, normalleşme kararının erken alınmasını eleştirdi ve Diyarbakır, Konya  gibi şehirlerde yükselen vaka sayılarına dikkat çekti.

Salgın yönetimi o kadar umursamaz bir hal almaya başladı ki lise ve üniversiteye geçiş sınavları ertelenmedi. Böylece milyonlarca öğrenci, veli, sınav gözetmeni ve güvenlik görevlisi bir araya gelerek salgının yayılması için ideal bir ortam oluşturacak.

Pandeminin sınıfsal karakteri

Son dönemde COVİD-19 salgınının özellikle işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı, Antep, Bursa, Gebze gibi şehirlerde artış göstermesi dikkat çekti.

Salgın nedeniyle işçilerin hak kayıplarına yenileri ekleniyor. DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun verdiği bilgiye göre birçok özel sektör firması, kronik hastalığı olan işçilere işbaşı yaptırmadı.

Basına yansıyan haberlere göre Adapazarı’ndaki Otokar fabrikasında 15 işçinin enfekte olduğunun ortaya çıkması üzerine bu işçilerle temas halinde olan işçiler karantinaya alındı. Oysa fabrikada çalışan işçiler üretime 14 gün boyunca ara verilmesini, böylece salgının yayılmasının önüne geçilmesini talep ediyor. Gebze’de 800 işçinin çalıştığı Namet fabrikasında ise hastalanan işçi sayısının 100’ü geçtiği öne sürülüyor. Fabrikada çalışan işçiler, ailelerini geçindirmek zorunluluğu ile ailelerine korona virüsü bulaştırmak kaygısı arasına sıkıştırıldıklarını ifade ediyorlar.

İşçilerin içinde bulunduğu bu duruma karşı sendikalardan aktif bir tepki gözlenmezken genel olarak halk sağlının riske atılması karşısında muhalefetin sessizliğini koruduğu dikkat çekiyor.

Tedarik zincirlerinde yer almak: Kıdem Tazminatı Fonu

Hükümet dönem dönem gündeme getirdiği kıdem tazminatı fonu kurulması planını bu kez daha ciddi olarak hayata geçirmenin sinyallerini veriyor. Medyaya yansıyan plana göre, işçi ve işverenden kesilecek kıdem tazminatı kesintileri kurulacak bir fona devredilecek. Üzerinde durulan formüllerden birine göre, işçiler işten çıkarıldıklarında  değil ancak 56 yaşında emekli olduklarında toplu kıdem tazminatına hak kazanabilecekler. Böylelikle işverenlerin kıdem tazminatı ödeme zorunluluğu olmadan işçi çıkarmasının önü açılmış oluyor. Şu aşamada Türk-iş ve DİSK bu plana kesinlikle karşı olduklarını dile getirdi.

Kıdem tazminatı fonu, esnek çalışma modelleri gibi uygulamaların bu dönemde art arda gelmesini, pandemi sonrası dünyada Türkiye benzeri yüksek katma değer üretemeyen ülkelerin Çin’den boşalacağı varsayılan tedarik zincirlerinde yer kapma çabasının bir yansıması olarak değerlendirebiliriz. Zira ucuz işçilik giderek Türkiye’nin tek kozu haline geliyor.

Ürkütücü boyutlara varan işsizlik ve genç işsizliği

DİSK-AR, TÜİK’in işsizlik rakamlarının gerçeği yansıtmadığını belirtti. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) yöntemiyle yaptığı hesaplamaya göre, Mart 2019’a göre geniş tanımlı işsiz sayısı 6 milyon artarak revize edilmiş geniş tanımlı işsiz sayısının (tam zamanlı istihdam kaybı dahil) 13 milyon 385 bine yükseldiğini açıkladı.

Diğer yandan, OECD’nin yayımladığı bir raporda 48 ülkede yapılan çalışmanın bulgularına göre, çalışmayan ve herhangi bir eğitim almayan en yüksek genç nüfus (15-24 yaş) oranın Türkiye’de olduğu belirtildi.

Baroların Ankara yürüyüşü

Türkiye’nin dört bir yanından baro başkanları, iktidarın baroların yapısını ve seçim sistemini değiştirme planına karşı Ankara’ya gerçekleştirdikleri “Savunma Yürüyüşü”ne başladı. Aralarından İstanbul, Antalya, İzmir, Aydın baro başkanlarının da bulunduğu birçok baro başkanı Ankara’ya doğru yola çıktılar.

Ayasofya gündemi

İYİ Partinin Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması talebiyle verdiği önerge, AKP’nin oylarıyla reddedildi. AKP’li Mehmet Muş, “Şimdi ret veriyoruz ama temmuzda gerekli adımlar atılacak” dedi.

Muhalif  gazeteciler üzerindenki baskılar sürüyor

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında TELE1 Ankara Temsilcisi İsmail Dükel ile OdaTV Ankara Haber Müdürü Müyesser Yıldız gözaltına alındı. İki gazeteciye “askeri casusluk” suçlaması yöneltiliyor.

Dış Politika

Bu dönemde dış politika alanında Libya, Suriye ve Irak’ta Türkiye’nin gerçekleştirdiği hamleler gündemin ilk sıralarında yer alıyordu. Libya’da Türkiye’nin desteği ile Hafter güçlerinin geriletilmesinden sonra Türkiye-ABD yakınlaşması olurken, Suriye’de fiilen Türkiye’nin işgal ettiği bölgelerde de Türk Lirası kullanılması kararı alınıyor, TSK’ya bağlı birlikler Irak Kürdistanı’nda yeni bir hava ve kara harekatı başlatıyordu.

Libya’daki gelişmeler

8 Haziran 2020 tarihinde Trump ve Erdoğan kritik bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşmeden sonra yaptığı açıklamada RTE, açık olarak Türkiye’nin sahada olduğunu, Hafter’e karşı Sarrac’ı askeri olarak desteklediğini ve Hafter’in Sirte’de kuşatıldığını, ancak Rusya’nın desteği ile direndiğini, bu durumu Putin ile görüşeceğini dile getiriyor ve ekliyor: “Bu akşam yaptığımız görüşmeden sonra ABD Türkiye arasında süreçle ilgili yeni bir dönem başlayabilir. Ve yaptığımız görüşmede bazı mutabakatlarımız oldu. Belki böyle bir adım olabilir.”

Türkiye’nin Ulusal Mutabakat Hükümetine verdiği askeri destek Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu’nun Trablus kuşatmasının püskürtülmesini sağlamıştı. Hafter, Rusya, BAE ve Mısır tarafından açık olarak destekleniyor. Fransa-İtalya ise örtülü destek veriyor, ancak Fransa ve İtalya’nın asıl derdi Libya’da savaşan taraflardan herhangi birisinin mutlak üstünlük kurmasını engellemek, çünkü bu durumda büyük bir mülteci akınının Avrupa’nın güneyine yöneleceğinden çekiniyorlar. Fransa’nın diğer bir çekincesi de Kuzey Afrika’da İslamcı ve Cihatçı akımların güçlenmesi. Fransa Sahel bölgesinde, özellikle de Mali’de cihatçılara karşı Hafter’e bağlı güçlerin de desteği ile askeri operasyonlar düzenliyor ve Kuzey Afrika’da İslamcı siyasetin güçlenmesinden çekiniyor. Bu nedenle Müslüman Kardeşler’e yakınlığı bilinen Trablus’taki UMH’den ziyade Hafter güçlerini destekliyor. Ayrıca Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının işletilmesi için Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail ile birlikte konsorsiyum kuran Fransa için Türkiye’nin UMH ile imzaladığı Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası’nı Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri için tehdit olarak görüyor ve kabul edilemez buluyor.

Nitekim Türkiye ile Fransa arasındaki bu gerilim, bir Türk savaş gemisinin Libya’ya silah ambargosu denetimi yapan bir Fransız savaş gemisine radar kilitleyerek taciz etmesi ile doruğuna ulaştı ve 18 Haziran’da NATO savunma bakanları toplantısında bu olay gündeme alındı.

Libya konusundaki önemli bir gelişme de Mısır devlet başkanı Sisi’nin ateşkes önerisi idi. Libya’da 8 Haziran sabah 06.00’dan itibaren silahların susmasını öngören anlaşma çatışmalara son vermeye yönelik olup yabancı militanların tahliyesi ve grupların silahsızlandırılması, üç bölgenin Başkanlık Konseyi’nde eşit olarak temsil edilmesi, Libya devlet kurumlarının birleştirilmesi ve anayasa beyannamesinin kabulü gibi maddelerin de öngörüyor. Trump 11 Haziran’da Sisi ile yaptığı telefon görüşmesinde Sisi’nin ateşkes planına destek vereceğini belirtiyor. Ancak ateşkes önerisi UMH tarafından reddediliyor ve Sarraj’a bağlı birliklere Hafter’in üslendiği Sirte’nin alınması emri veriliyor.

Libya’da sahadaki bir diğer önemli gelişme de Hafter’i destekleyen Rusya’nın Libya’ya modern savaş uçakları ve hava savunma sistemleri de içeren yoğun bir askeri yığınak yapması. Rusya Libya’da askeri olarak mevcut olmadığını iddia etse de Wagner adlı bir özel savunma şirketi dolayımıyla Hafter güçlerine destek veriyor. İngiliz Financial Times gazetesinde yer alan bir habere göre, BM uzmanları Rus yapımı 8 savaş uçağının Hafter’e verilmesiyle ilgili inceleme başlattı. Haberde, Hafter güçlerinin bu uçakları kullanma kapasitesinin olmadığına dikkat çekilirken, diplomatların Hafter saflarında Rus güvenlik şirketi Wagner’e bağlı yüzlerce paralı askerin de savaştığına inandığı aktarıldı.

Bu gelişmeler Türkiye ile Rusya’nın aslında Suriye’de olduğu gibi, açık bir çatışma ihtimalini de barındıran bir vekalet savaşı yürüttüğünü gösteriyor. ABD’nin askeri hegemonyasının gerilemesi ve yönetim krizi nedeniyle Ortadoğu’da oluşan hegemonya boşluğu Türkiye ve Rusya tarafından dolduruluyor.  Hem Suriye’de hem de Libya’da Türkiye ve Rusya bir denge içinde nüfuz paylaşımına gidiyorlar ve bu dengede Türkiye de kendisini ABD’ye Rusya’yı sınırlayan bir askeri ve poliitik güç olarak lanse ediyor.

Libya’da Fransa ve Türkiye’nin karşı tarafları desteklemesi de aslında NATO içinde bir çatlağa işaret ediyor. Fransa’nın önceliği Libya’da bir denge kurulması ve savaşan tarafların herhangi birisinin mutlak hakimiyeti kurulmadan bir güç paylaşımına gidilmesi ve Müslüman Kardeşler’in ülkedeki gücünün sınırlandırılması ile birlikte bu ülkeyi üs olarak kullanarak kendi hinterlantı olarak gördüğü Sahel bölgesindeki askeri operasyonlarına devam edebilmesi. ABD ise Rusya’nın Libya’ya yerleşmesini ve Hafter’e verdiği desteği bir tehdit olarak görüyor. Suriye’den sonra Libya’da da Rusya’nın kalıcı üslere sahip olmasını NATO’nun güney kanadı için bir tehdit olarak görüyor, ancak Libya’da askeri varlığı sınırlı olduğu için sahada askeri varlığı bulunan Türkiye NATO adına bu tehditi savuşturma görevine talip oluyor.

Suriye’deki gelişmeler

Bu dönemde Suriye’ye ilişkin önemli bir gelişme de ABD’nin Suriye’ye karşı yeni ekonomik ambargo kararları alması ve Suriye dinarının ciddi ölçüde devalüe olması ile birlikte Suriye’nin Türkiye’nin denetimi altındaki bölgelerinde Türk Lirası kullanılma kararı alınması oldu. Bu bölgelerde Türk yöneticiler atanmış ve PTT bölgedeki kentlerde şube açmıştı. Türk lirası kullanımına geçilmesi hamlesi ile birlikte Türkiye işgal ettiği bölgelerde kalıcı bir şekilde varlığını pekiştirme yolunda bir adım daha attı.

TSK’nın Irak Kürdistanı Harekatı

Türkiye’nin bir diğer hamlesi de Irak Kürdistanı’nda Mahmur, Kandil ve Şengal’e gerçekleştirdiği hava ve kara harekatı idi. 14 Haziran Pazar gecesi başlayan “Pençe-Kartal” harekatında TSK’nın açıklamalarına göre, operasyon kapsamında, Sincar, Karacak, Kandil, Zap, Gara, Avaşin Basyan ve Hakurk’taki örgüt hedeflerinin vurulduğu belirtildi. PKK’nın askeri kanadı HPG-BİM tarafından yapılan ve örgüte yakın Fırat Haber Ajansı’nda yayımlanan açıklamada, örgütün “Mahmur ve Şengal’de herhangi bir aktivitesinin olmadığı” belirtildi. Açıklamada, TSK’nın operasyonunda, sivillerin de hedef alındığı iddia edildi ve “Mahmur’da, Mahmur Mülteci Kampı’ndakilerin ve Şengal’de ise Ezidilerin saldırıya uğradığı” öne sürüldü. Örgüt, operasyon kapsamında Zap ve Kandil bölgelerinde faal oldukları alanların bombalandığını da belirtti ancak “buralarda herhangi bir kayıplarının olmadığını” söyledi.

KDP’ye yakın, Erbil merkezli medya kuruluşu Rudaw’ın alan muhabirleri, bombardımanlarda ölüm yaşanmadığını, Şengal’de yedi Şengal Savunma Birliği (YPŞ) üyesinin yaralandığını, farklı noktalarda maddi hasar meydana geldiğini bildirdi.

Bu harekatın Rojova’da KDP’ye yakın Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile PYD egemenliğindeki Kürt Ulusal Birliği Partileri (PYNK) arasında uzlaşı görüşmelerinin yürüdüğü günlere denk gelmesi, harekatın ENKS’ye ve dolaylı olarak KDP’ye bir gözdağı girişimi olarak yorumlanmasına olanak sağlıyor. Nitekim, ENKS ve PYNK, ABD’nin arabulucuğunda yürüttükleri ilk aşama birlik görüşmelerinin ardından 16 Haziran’da ortak bir açıklama yaptı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile Kürt Ulusal Birliği Partileri heyetleri, 16 Haziran günü gerçekleştirdiği görüşmeyle Kürt ulusal birliğinin sağlanması amacıyla yürütülen diyalogların ilk aşamasını tamamladı. Heyetler bir ortak siyasi görüşe varmış ve 2014 Dihok Anlaşması’nın (Yönetim, Ortaklık, Güvenlik ve Savunma) maddelerini her iki heyet arasındaki görüşmelerin temeli olarak kabul etmiştir. Kısa bir süre içerisinde yeni bir genel anlaşma imzalanacaktır.”

Genel değerlendirme

ABD’nin Orta Doğu’da askeri varlığını azaltması kararı ile birlikte kendisi açısından bölgedeki Kürt unsurlar bir kez daha önem kazandı. Suriye’de İran ve Rusya’nın, Irak’ta da İran’ın gücünün artması karşısında ABD, özellikle de IŞİD’e karşı savaşta önemli başarılar elde etmiş olan PYD/YPG ve geleneksel olarak ABD ile yakın duran Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışıyordu. Ancak bu Türkiye için kabul edilebilir bir durum değildir ve askeri bir operasyon ile bölge savaş alanına döndürülürse birlik görüşmesi yapan Kürt partileri arasındaki arasındaki gerilimlerin artacağı hesaplanmıştır. İran’ın da aynı günlerde Kuzey Irak’ta IKBY sınırları içindeki Alane ve Hac Umran dağlarında İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) ile İran Kürdistanı Devrimci ve Emekçi Partisine (Komele) bağlı grupların mevzilerine yönelik top atışı saldırısında bulunması da İran ile Türkiye’nin koordineli bir şeilde davrandığını gösteriyor.

Burada tabii ki kendisini ABD’ye Akdeniz havzasında ve Ortadoğu’da Rusya’nın artan askeri ve siyasi gücüne karşı koyacak bir unsur olarak pazarlayan Türkiye ile ABD’nin politikaları ayrı düşüyor.  Türkiye, Suriye ve Libya’da ABD lehine elde ettiği “askeri başarılar”dan devşirdiği siyasi gücü Suriye ve Irak’ta Kürtlerin kazanımlarını ezmek ve birlik girişimlerini baltalamak için kullanıyor.

Son gelişmeler, Türkiye’nin askeri gücünün artık deniz aşırı askeri operasyonlar yapmaya yetecek bir donanıma ulaştığını gösteriyor. Türkiye, Katar ve Somali’de askeri üsler, Libya’da denizaşırı operasyon, hem Suriye’de hem Irak’ta askeri varlık ve vekil güçler ile savaş yapabilen bir askeri güç haline geldi. Ancak bu askeri varlığı finanse edebilecek bir ekonomisi yok. Ancak bu operasyonlar sonucunda bir rant elde edebilirse, örneğin Libya ya da Suriye’deki petrol sahaları ya da Doğu Akdeniz’de hidrokarbon havzaları üzerinde üzerinde bir pay sahibi olursa bu askeri yatırımın bir dönüşü olacaktır, yoksa bu askeri operasyonları sürdürme olasılığınnı zayıf olduğu söylenebilir.

07-19 Haziran Gündem Değerlendirmesi

Ekonomi

Kovid-19 salgınının dünya ekonomisine ağır darbe vurması bekleniyor: Neoliberalizmin baskısı ağırlaşacak

Dünya Bankası’nın “Küresel Ekonomik Beklentiler Raporu” Haziran sayısında oldukça kötümser beklentilere yer veriliyor.

  • Küresel ekonominin bu yıl yüzde 5,2 küçüleceği;
  • Gelişmiş ülkeler grubunda yer alan ABD ekonomisinin bu yıl yüzde 6,1 küçüleceği;
  • Euro Bölgesi ekonomisinin ise bu yıl yüzde 9,1 daralacağı öngörülüyor.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinin de 2020’de ortalama yüzde 2,5 daralacağının tahmin ediliyor. Ayrıca bu ülkelerde kişi başına düşen gelirin yüzde 3,6 azalmasının beklendiği ve bu durumun milyonlarca insanı aşırı yoksulluğa düşüreceği kaydediliyor.

Yukarıdaki daralma tahminleri, gerek gelişmiş gerekse “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırılan ülkeler grubu için fazlasıyla yüksek. “Gelişmekte olan ülkeler”de paylaşılacak gelir pastasının zaten küçük olduğu düşünüldüğünde, yüzde 2,5 düzeyinde ortalama bir daralma raporda da belirtildiği gibi geniş kesimleri aşırı yoksullaşmayla karşı karşıya bırakabilir.

Kovid-19 salgınıyla birlikte yeni bir ekonomik düzen kurulacağı sıkça dile getiriliyordu. Dünyada işçi hareketleri ve sistem-karşıtı hareketler güçlenemezse, insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için daha kötü koşullarda ve daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalacak. Özellike çocuk işçiler ve kadın işgücü aşırı sömürüye daha açık kesimleri oluşturuyor.

Koronovirüs salgının Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri ortaya çıkmaya başladı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), sanayi üretiminin Nisan’da yıllık bazda yüzde 31.4 azaldığını açıkladı. TÜİK’in verilerine göre Nisan ayında madencilik ve taşocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14,5, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 33,3 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 14,9 küçüldü. Bu göstergeler arasında en önemlisi kuşkusuz büyük bir daralma gösteren imalat sanayi sektörü.

Kamu bankaları aracılığıyla piyasaya pompalanan aşırı kredinin ekonomiyi ne ölçüde canlandıracağını zamanla göreceğiz. Fakat zaten derin bir krizde olan Türkiye ekonomisi, Kovid salgınıyla milyonlarca kişinin işsiz kalmasıyla daha da derin bir krize itildi. Dolayısıyla en büyük sorun, yoksullaşma ve işsizliğin büyük boyutlarda artmasından kaynaklanan talep yetersizliği olarak karşımıza çıkıyor. Ekonomi yönetimi elbette bunun farkında. Kredi genişlemesiyle tüketim bir ölçüde canlanırsa yoksullaşan halk kesimlerine “akmasa da damlar” hesabı yapıyor.

12 aylık cari denge 1 yıl sonra yeniden açık verdi

Yoğun bir döviz kıtlığı çeken ekonomi yönetiminin hesabı, ekonomik daralmanın ve petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte cari fazla verileceği idi. Bu da Sonbahar’daki yoğun dış borç ödemeleriyle uğraşırken cari açığın ilave bir sorun oluşturmayacağı ümidini besliyordu. Fakat Nisan ayı verilerine göre 5,1 milyar dolarlık cari açık verildi. Kovid salgını nedeniyle ekonominin iyice daraldığı bir ortamda bir ayda meydana gelen bu tutardaki cari açık gerçekten fazla ve açıklanmaya muhtaç. Makul bir açıklama şu olabilir: Türkiye üretiminin büyük bölümünü dışardan ithal ettiği ara mallarıyla yapıyor. Bu nedenle, ithalat belirli bir seviyenin altına inemiyor. Buna karşın, salgın dolayısıyla Avrupa ülkelerinde talebin olağanüstü derecede daralması Türkiye’nin ihracatının düşmesine yol açtı. Cari açık bu seviyelerde devam ederse gerçekten ciddi bir finansman sorunu gündeme gelebilir.

Bankalara yeni sopa: aktif rasyosunda değişiklik

Bilindiği gibi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) piyasayı canlandırmak adına bankaları kredi vermeye zorlayan çeşitli zorlayıcı mekanizmalar geliştiriyor. Son olarak 29 Mayıs’ta aktif rasyosunun hesaplanmasında şöyle bir değişiklik yapılmıştı: Rasyonun belirli bir değerin altına düşmemesi için bankalar ya daha fazla kredi verip daha fazla devlet iç borçlanma senedi (DİBS; bono, tahvil) alacak, yani devlete daha fazla borç verecek; ya da döviz mevduatlarının önemli bir kısmından vazgeçmek zorunda kalacaktı (zira rasyonun hesaplanmasında krediler ve DİBS’leri payda yer alırken vadeli döviz mevduat hesapları paydada yer alıyor ve 1,75 katsayısıyla çarpılıyor). Bu zorlayıcı mekanizma karşısında özel bankalar riskli şirketlere kredi açmak yerine vadeli döviz hesaplarına çok düşük faiz vererek bunlardan vazgeçmek zorunda kalıyorlar. Böylece, döviz mevduatlarının biraz daha yüksek faiz veren kamu bankalarına yönelmesi bekleniyor. Geçtiğimiz günlerde BDDK yeni kriterlerin uygulanması konusunda kuralların etrafından dolaşıldığı gerekçesiyle bankalara bir uyarı yazısı gönderdi.

Bankacılık sistemini ekonomi yönetiminin tercihleriyle uyumlulaştırmayı hedefleyen bu tür “finansal sopalar” kısa vadede belirli getiriler sağlayabilir. Fakat orta vadede bankacılık sistemindeki yabancı ortakların çekilmesine yol açması güçlü bir ihtimal. Zira bankaların kaynaklarını nereye plase edeceklerine doğrudan müdahale edilmiş oluyor.