[Bu yazıyı bütün Türkiye’yi acıya boğan, on binlerce yurttaşımızın yaşamına mal olan 6 Şubat depremlerinden hemen önce yazmıştım. Doğal olarak yayımlanması ertelendi. Bu nedenle yazıda depremlerden, yarattığı toplumsal etkilerden söz edilmiyor. Bununla birlikte belki kısaca şunları söyleyebiliriz: Hatırlanacağı gibi, Brezilya’da Bolsonaro ve ABD’de Trump iktidarı döneminde kovid-19 salgını ciddiye alınmadığı için çok yüksek sayıda insan yaşamını yitirmişti. İnsan yaşamı söz konusu olduğunda, çağımızda yükselen faşizan rejimlerin halklarına karşı herhangi bir sorumluluk hissetmediği Türkiye’deki depremlerle bir kez daha teyit dilmiş oldu. Bu konuda şu yazıma bakılabilir: Deprem Karşısında Neo-Liberal Güvenlik Devleti. T. D. ]

 

Yükselen faşizmlere örnekler

Brezilya: Brezilya demokrasisinin üç temel kurumu saldırıya uğradı

8 Ocak (2023) günü, Lula’nın (Luiz Inácio Lula da Silva) resmi olarak Brezilya Devlet Başkanı olmasından bir hafta sonra, seçimi kaybeden eski başkan Bolsonaro yanlısı on binlerce kişi, Brezilya’nın Başkenti Brasília’da bulunan üç temel demokratik kurumu üç saat boyunca işgal etti. Bu kurumlar, Yüksek Mahkeme, Kongre ve Başkanlık Sarayı’ydı. Konuyla ilgili yorumlara bakılacak olursa, Bolsonaro yanlıları iyi örgütlenmişti. Birçok bölgede akaryakıt ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığına yol açarak kaos yaratmayı hedeflemişlerdi. İki ay boyunca bir askeri kışlanın önünde kamp kurmuşlar, 8 Ocak’ta buradan resmi kurumlara doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Hareketin liderlerinin amacının, en az bir milyon kişiyle Brezilya demokrasinin üç temel kurumunu işgal etmek ve bir diktatörlüğün ilk adımını oluşturacak askeri bir müdahaleye zemin hazırlamak olduğu öne sürülüyor.

İşgal boyunca, askeri diktatörlük döneminde (1964-1985) kurulan askeri polis ortada görünmedi. Göstericiler ciddi bir polis müdahalesiyle karşılaşmadan rahatça hareket ettiler. Yüksek Mahkeme Üyesi Alexandre de Moraes “saldırıların ancak kamu güvenliği ve istihbarat yetkililerinin rızası, hatta doğrudan katılımıyla mümkün olabileceğini” söyledi.

ABD: Kongre baskını

Brezilya’daki olaylardan neredeyse tam iki yıl önce, 6 Ocak 2021’de Trump taraftarları Kongre’yi basmışlardı. Bilindiği gibi bu darbe girişimine, Trump’ın kaybettiği 2020 başkanlık seçimlerinde hile yapıldığı ve Joe Biden’ın başkanlığının meşru olmadığı yolundaki ajitasyonu yol açtı. Kongre baskınını gerçekleştiren kalabalık, Joe Biden’ın seçim zaferinin resmi nitelik kazanacağı bir Kongre oturumunu engellemek amacındaydı. Trump, seçimlerin “cesaret bulmuş radikal-sol demokratlar tarafından çalındığı” gerekçesiyle 5 ve 6 Ocak’ta taraftarlarını eyleme geçmeye çağırmıştı. Başkan Yardımcısı M. Pence’ten de Kongre’den Biden’ın başkanlığının tanınmamasını talep etti. Baskın günü Trump “Amerika’yı kurtarın” mitinginde demokratik teamüller karşıtı ajitasyonunu sürdürdü. Trump konuşurken bazıları silahlı binlerce gösterici Kongre binasına girdi. Güvenlik güçleriyle çatışmalar yaşandı. Ardından saldırganlar gözaltına alındılar.

Analist Walden Bello, Kongre baskınını değerlendirdiği yazısında şöyle demişti: “ABD, Almanya’nın talihsiz Weimar Cumhuriyeti’nin yolundan gittiği müddetçe gelecekteki seçimlerin kaderine ciddi anlamda sokak savaşlarıyla karar verilebilir. Kongre binasının Trump yanlısı bir güruh tarafından şiddet yoluyla basılması, yaklaşan kriz hakkında fikir verdi.”

Hindistan: Etnik temelli bir devlet kurma politikasının yol açtığı Müslüman katliamı

BJP Partisi’nin (Hindistan Halk Partisi) lideri olarak 2014 seçimlerini kazanan sağ popülist ve Hindu milliyetçisi Hindistan Başbakanı Narendra Modi 2019’da parlamento çoğunluğuna dayanarak yurttaşlık yasasında değişiklik yaptı. Yeni hükümler çevre ülkelerden gelen belgesiz göçmenlere Hindistan vatandaşlığı hakkı tanırken Müslüman göçmenlere aynı hakkı tanımıyordu. Dünyanın en büyük seküler demokrasisi olarak adlandırılan Hindistan’da din ve etnisite temelli bu ayrımcılık ülkedeki Müslümanlar tarafından kitlesel şekilde protesto edildi. Azadi protesto hareketi evrensel bir nitelik kazanarak dinsel baskıya ve kast sisteminin baskısına karşı bir harekete evrildi.

İktidardaki milliyetçi parti yanlısı medya, Azadi hareketi karşıtı bir propaganda başlattı. BJP Partisi’nden bazı siyasetçiler göstericilerin vurulmasını isterken Delhi’de önde gelen bir siyasetçi polis sokakları göstericilerden temizlemezse kendi yandaşlarının temizleyeceği tehdidinde bulundu. Delhi’de iktidar yanlısı gruplar Müslüman göstericilere saldırdı, çok sayıda gösterici öldürüldü. Camiler ateşe verildi, Müslümanların ev ve dükkanları tahrip edildi. Göstericiler, paramiliter gruplarla polisin iş birliği yaptığını öne sürdüler. Müslümanlara yönelik saldırılara yüzyıllık geçmişi olan ve Mussolini hayranları tarafından kurulan aşırı sağcı RSS Hindu milliyetçi hareketi üyelerinin de katıldığı öne sürüldü.[i]

Faşizmi Nasıl Durdururuz? kitabının yazarı Paul Mason, Müslümanlara dönük bu katliamda yeni faşizmin bütün standart işleyiş biçimlerinin görüldüğüne dikkat çeker. Saldırganlar hem şiddeti kışkırtmak hem de eylemlerinin reklamını yapmak için sosyal medyayı kullanırlar. Şiddet hem geniş Müslüman toplumunu terörize etmek hem de gösterilere katılanlara zarar vermek üzere tasarlanmış politik bir simgesellik içerir. Saldırılar otoriter popülist sağdan seçilmiş siyasetçiler eliyle teşvik edilirken aşırı sağdan yandaşlar eliyle uygulanır. Son olarak daha geniş kapsamlı bir politik amaca hizmet eder.[ii]

Yukarıdaki olaylar yükselen faşizmlere ilişkin yakın dönemden bazı örnekler. Bunlara, geçtiğimiz Eylül ayında Mussolini’den bu yana ilk kez İtalya’da aşırı sağcı bir parti olan İtalya’nın Biraderleri Partisi’nin (FdI) seçimleri kazanmasını ve aşırı sağa yakın başka partilerle ittifak kurarak iktidara gelmesini, İsveç’te aşırı sağcı İsveç Demokratları’nın (SD) yüzde 20,5 oy alarak ülkenin 2. büyük partisi olmasını da ekleyebiliriz. Son olarak Kasım 2022’de İsrail’de, içinde son derece gerici ve ırkçı partilerin yer aldığı Benyamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı “sağ blok” seçimleri kazandı. Yeni iktidarın ilk icraatlarından biri, İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yetkilerini kısıtlamaya ve yargıçların seçiminde iktidar ortağı siyasetçilerin ağırlığını fazlasıyla artırmaya dönük bir “yargı reformu” hazırlamak oldu.

Yeni faşizmleri nasıl tanımlamalı?

Yukarıdaki örneklerden de görülebileceği gibi, sağ popülist ve otoriter partiler, içlerinde paramiliter milis örgütlenmelerinin, açıktan faşist grupların da yer aldığı kitle hareketleriyle iktidarlarını güçlendirmeyi ya da seçimleri kaybetseler bile bir darbe veya askeri müdahaleyle iktidarda kalmayı hedefliyorlar. Yakın gelecekte, faşist bir kitle seferberliğiyle iktidara gelmeye çalışacak sağ popülist ya da aşırı sağcı partilere ilişkin örnekler de görebiliriz. Bu yönüyle çağımızda yükselen faşizmlerle klasik faşizm örnekleri olan Mussolini faşizmi ve Alman Nazizmi arasında güçlü benzerlikler olduğunu söylemek mümkün. Her iki tarihsel örnekte de faşizm iktidara, zor yoluyla muhalif kesimleri bastıran paramiliter örgütlenmelere (İtalya’da “kara gömlekliler”, Almanya’da “kahverengi gömlekliler”-SA’lar) ve geniş bir kitle seferberliğine dayanarak gelmişti.

Bununla birlikte, Türkiye örneğinde gördüğümüz gibi, iktidardaki partinin devlet içi odaklarla ve açıktan faşist bir partiyle ittifak kurduğuna ve oluşan iktidar bloğunun giderek bir diktatörlüğe dönüştüğüne de tanık olabiliyoruz. Böyle bir süreçle ortaya çıkan yapının “faşist bir diktatörlük” olarak nitelendirilmesi için -bu imkânları geleceğe dönük olarak hazırda tutsa da- mutlaka paramiliter güçlerin ve bir kitle seferberliğinin aktif desteğine sahip olması gerekmiyor. Bana göre bu noktada asıl ölçü, oluşan iktidar bloğunun faşist bir rejimin kurulması doğrultusunda kritik bir eşiği aşıp aşmadığı olmalı. Bu kritik eşiğin aşılması, zaten çağımızda faşist hareketlerle iş birliği içindeki otoriter iktidarların süreç içinde gerçekleştirmeyi hedeflediği dönüşümün bir aşamasını oluşturuyor. Bahsettiğimiz dönüşümü, temelde devlet aygıtının ve toplumsal yapının faşist bir rejimi destekleyecek şekilde yeniden inşa edilmesi olarak tanımlayabiliriz.

Söz konusu dönüşüm, Bolsonaro döneminde Brezilya’da, Trump döneminde ABD’de ve 2013-14’lerden bu yana Türkiye’de tanık olduğumuz az ya da çok kapsamlı hamlelerin nihai hedefe ulaşana dek sürdürülüp tamamına erdirilmesi olarak nitelenebilir. Nihai hedefi ve bu hedefe ulaşmaya dönük bazı temel adımları -biraz yalınlaştırmayı göze alarak- şu süreçlerle tanımlayabiliriz[iii]: Öncelikle, demokrasinin temeli sayılan üç erk arasındaki (yargı, yasama, yürütme) güçler ayrılığına yürütme lehine son verilmesi ve genel olarak devlet bürokrasinin iktidardaki partinin denetimine girmesi. Bolsonaro ve Trump, yüksek yargıya ve yüksek askeri komuta kademesine kendilerine yakın kadroları yerleştirmek konusunda önemli adımlar atmışlardı. Yüksek yargının yetkilerinin kısıtlanması, genel olarak yargının ve yasamanın işlevsizleştirilmesi/araçsallaştırılması bu amaca hizmet ediyor. İkinci olarak, medyada ve sosyal medya ağlarında güçlü bir konum edinerek toplumun kutuplaştırılması ve “makbul” olmayan kesimlerin marjinalleştirilmeye çalışılması başka bir temel adımı oluşturuyor. Türkiye’de iktidara muhalif neredeyse bütün yurttaşların “terörist” ilan edilmesi, ABD’de liberaller-demokratlar hakkında aşağıda bahsedeceğimiz komplo teorileri buna birer örnek niteliğinde. Politikacılar ve sağcı medya eliyle bazı toplumsal kesimlerin (kadın hareketinin, LGBTİ+ toplulukların, Siyahların, Renklilerin, göçmenlerin vs.) düşmanlaştırılması da yine toplum üzerinde denetim kurma hedefine hizmet ediyor. Üçüncü olarak ve belki de en önemlisi, kamusal yaşamın devlet aygıtı ve bağlantılı sivil toplum görünümlü veya doğrudan paramiliter örgütlenmeler eliyle giderek daraltılması ve boğulması, toplum düzeyinde arzulanan dönüşümde ileri bir aşamaya işaret ediyor. Türkiye’de son birkaç yıldır her türden muhalif-toplumsal örgütlenmenin yoğun baskı altına alınması, ifade ve toplanma özgürlüğünün pratikte yok edilmesi, sansür yasası ve muhalif medyanın susturulması çabaları, sendika üyeliği ve sendikal mücadele hakkının neredeyse kağıt üzerinde kalması, ekoloji-çevre mücadelesinin sert engellemelerle karşılaşması, 2022’de çok sayıda kültürel etkinliğin yasaklanması bunun açık bir örneği.

Bütün bu adımlar, demokratik kurum ve normlara, temel insan haklarına, özünde Aydınlanma’nın öne çıkardığı bireysel özgürlük ve özerklik gibi değerlere, 20. yüzyılın çok önemli kazanımları olan kolektif haklara karşı bir geriye dönüşe işaret ediyor.

Türkiye’de son gelişmeler ışığında, faşist bir rejimin kurumsallaşmasına   giden kritik eşiğin aşılmakta olduğunu söyleyebiliriz. Gezi davası sanıklarının ağır cezalara çarptırılması, yargı yoluyla İBB Başkanı İmamoğlu’na siyasi yasak getirme girişimi, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) son anda ortaya çıkan bir “gizli tanık” ifadesiyle HDP’ye Hazine yardımına tedbir koyması, ayrıca bu kararın açıkça hukuka aykırı olarak alınması, seçime giderken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Anayasa’yı açıkça ihlal ederek adaylığını ilan etmesi, HDP’nin seçim öncesi kapatılması için Devlet Bahçeli tarafından AYM’ye talimat verilmesi ve başka birçok örnek, seçimlerin mevcut iktidar bloğu tarafından kazanılması halinde faşist diktatörlüğün çok geçmeden kurumsallaşacağına delalet ediyor.

Yükselen faşizmlerin nedenleri

Yükselen faşizmlerin adeta tanımı gereği, arkalarında güçlü bir toplumsal desteğe sahip olmaları, haliyle bu gelişmenin sosyo-ekonomik ve ideolojik-kültürel nedenleri üzerinde kafa yormayı zorunlu kılıyor. Bu başlık sosyo-ekonomik ve ideolojik-kültürel nedenler olarak iki düzeyde ele alınabilir.

Sosyo-ekonomik nedenler

Konuyla ilgili hemen bütün analistler, 1970’lerin sonlarından bu yana toplumsal kesimlerin kazanılmış haklarına yönelik yoğun bir saldırıyı temsil eden neoliberalizmi, faşist eğilimlerin besleyicisi olarak görüyor. Neoliberalizmin “kurucu atalarından” Margaret Thatcher “toplum diye bir şey yoktur!” demişti. Neoliberalizm geniş kitleleri yoksullaştırdı, yaygın işsizliğe ve güvencesizliğe yol açtı. “Prekarya” olarak tanımlanan, iş güvencesi ve sürekliliği olmadığı için “eğreti” yaşam koşullarına mahkûm edilen toplumsal sınıf neoliberalizmin bir ürünüdür. Neoliberalizm aynı zamanda toplumsal mücadele ve dayanışma örgütlerini de (sendikalar, meslek örgütleri vs.) çok zayıflattı. Toplumsal dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkması, insanların yalnızlaşmasını, atomize olmasını beraberinde getirdi, yaygın bir tedirginlik ve umutsuzluk yarattı. Neoliberalizmle birlikte halkların yaşamı üzerinde karar verme gücü, şu veya bu ölçüde halka hesap vermek zorunda olan ulusal meclisler ve partilerden uluslararası kurumların (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vs.), özellikle küresel finans sermayesinin uhdesine geçti. Ulus devletlerde halk, mücadele örgütlerinin zayıflatılması sayesinde ekonomik politikaların belirlenmesinden uzak tutuldu. Noam Chomsky neoliberalizmi, “iddialar ve retoriği bir yana bırakırsak, temelde sınıf savaşı” olarak tanımlar; “neoliberalizmin temel ilkesi, ekonomi politikasını toplumun etkisi ve baskısından yalıtmaktır” der. Bunun, etkilerini giderek daha şiddetli şekilde yaşadığımız çok derin toplumsal sonuçları oldu. Bu açıdan klasik faşizmi ve yeni faşizmi analiz ederken gerek Antonio Gramsci’nin gerekse Noam Chomsky’nin “toplumun çözülmesi”nden [decomposition] söz etmesi dikkate değerdir. Böylece demokratik kurumların işleyişinin içi boşaltıldı. Dünyanın pek çok yerinde toplumların kayda değer kesimleri demokratik işleyişe (politik partilere, parlamentolara, seçimlere vs.) inancını kaybetti.

Profesör Boaventura de Sousa Santos’un, Bolsonaro yanlılarının Brezilya demokrasisinin temel kurumlarını işgalini analiz ettiği yazısındaki şu tespitler son derece önemli: “Brezilya, ırk ve cinsiyet ayrımcılığının daha da kötüleştirdiği, büyük bir sosyo-ekonomik eşitsizliğin yaşandığı bir toplumdur. Demokratik sistem bütün bu eşitsizliği öyle bir noktaya kadar artırıyor ki Brezilya Kongresi, Brezilya halkının gerçek bir temsilinden ziyade zalim bir karikatürü durumunda. Derin bir politik reforma tabi tutulmazsa uzun vadede tamamen işlevsizleşecek. Bu koşullar aşırı sağ hareketlenmenin taraftar toplaması için geniş bir alan oluşturuyor. Açık ki [demokratik kurumları basanların] geniş çoğunluğu faşist değil. Yalnızca onurlu bir yaşam sürmek istiyorlar, bunun da bir demokraside mümkün olmadığına inanıyorlar.”

Neoliberalizm, gelişmiş ülkelerdeki sanayi tesislerinin ucuz emek cenneti ülkelere taşınmasıyla Beyaz işçi sınıflarının sosyo-ekonomik bir çöküş yaşamasına neden oldu. Örneğin ABD’de “Pas Kuşağı” denilen, bir zamanlar sanayinin merkezi olan eyaletler sanayisizleşti, ekonomik olarak geriledi, nüfus kaybetti ve kentsel alanda çöküş yaşadı. Bu bağlamda Noam Chomsky söyleşilerinde, bankaların ve dükkanların çoğunun kapandığı, genç nüfusun ortalıkta görünmediği kasabalardan bahseder. Bu gibi çöküntü bölgelerinde yaşayanlar Trump’ın seslendiği taban haline geldiler. Chomsky “Neofaşizmin Bir Biçimine Doğru Yol Alıyoruz” başlıklı, yakınlardaki bir söyleşisinde neoliberalizm-faşizm ilişkisine dair şu gözlemde bulunur: “Neoliberal sosyo-ekonomik politikaların bir sonucu toplumsal düzenin çökmesi; bu da aşırıcılık, şiddet ve nefret, günah keçisi arayışı için bir üreme alanı ve kurtarıcı pozundaki otoriter figürler için verimli bir alan sunuyor. Ve neo-faşizmin bir biçimine doğru yol alıyoruz.”

Son olarak, işlerini kaybeden, ekonomik ve toplumsal çöküş yaşayan işçi sınıfları ve başka ezilen gruplar, Batı demokrasilerinde eskiden politik arenada çıkarlarını temsil eden partilerin kendilerine sırtını dönmesine tanık oldular. Chomsky yukarıda söz ettiğim söyleşisinde Demokrat Parti’nin 1970’lerden bu yana evrimini şöyle değerlendirir: “Demokratlar, 70’lerde işçi sınıfını kendi sınıf düşmanlarına terk ederek varlıklı profesyonellerin ve Wall Street hayırseverlerinin partisi haline geldi.” Aynı şey Avrupa’daki hemen bütün sosyal-demokrat partiler için de geçerli. Fransa’da Sosyalist Parti, Yunanistan’da PASOK gibi güçlü tarihsel kökenleri olan sosyal demokrat partilerin politik arenadan neredeyse silinmesi veya çok zayıflaması bunun iyi bir göstergesi.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, Enzo Traverso’nun, yeni faşizmlerin güç kazanmasının aslında 20. yüzyıldaki devrimlerin ve sosyal demokrasinin başarısızlığının sonucu olduğu yolundaki analizi doğru görünüyor. Zira günümüzde birçok ülkede yeni faşist partiler “sisteme karşı çıkan” politik güç haline gelmektedir.[iv]

İşin kötüsü, 2023 yılında da merkez kapitalist ülkelerde neoliberal politikalarda ısrar edilmesinin yeni faşizmleri güçlendireceği öngörülüyor.[v]

İdeolojik-kültürel nedenler

Bilindiği gibi, reel sosyalizmlerin çözülüşü sonrasında Batı toplumlarında ve “gelişmekte olan ülkelerdeki” orta sınıflarda insanların yaşamlarını anlamlandıran ideoloji, liberal demokrasi ve sözümona onun ayrılmaz parçası serbest piyasalar olarak formüle edildi. Devlet müdahalesi ve düzenleyici kurallar olmadan kendi kendini düzelten bir piyasa aracılığıyla insanlar mutlu ve müreffeh bir yaşam sürebilirdi. Serbest ticaret, malların ve sermayenin serbest dolaşımı bunu mümkün kılacak araçlardı. Batılı toplumlara ve diğer ülkelerdeki orta sınıflara -gerçek ücretleriniz artmasa da- borçlanıp tüketerek yaşam standardınızı artırabilir, borç döngüsünü yönetebilirsiniz, denildi. Gerçekten de uzunca bir dönem sistem bunu sağlayabildi.

Paul Mason, böylece insanların daha rekabetçi, daha atomize, kendi değerlerini finansal olarak hesaplamaya daha meyilli hale geldiğine dikkat çeker. Mason’a göre, bu şekilde kendi yaşamını anlamlandıran neoliberal-benlik 2008 finansal kriziyle birlikte krize girer. Yaşam standartları altüst olan insanlar şöyle düşünmeye başlarlar: “Ben artık bir tüketici değilsem, rekabetçi bir piyasada atomize bir birey değilsem, artık giydiğim markalarla, sahip olduğum arabayla, cüzdanımdaki kredi kartıyla tanımlanmıyorsam, ‘ben kimim?’”[vi]

Bu noktada, Noam Chomsky’nin belirttiği gibi, aşırı sağ demagoglar devreye girer ve sınıf savaşlarının yerini kültür savaşlarının, kimlikler çatışmasının alması için yoğun çaba gösterirler.

Geniş kitlelere, yaşadıkları derin hayal kırıklığını ellerinde kalan etnik, dinsel, “Beyaz erkek” ve milli kimliklerine sarılarak telafi edebilecekleri söylenir. Elbette mağduriyetlerinin sebebi olduğu propaganda edilen düşmanlar da işaret edilerek. Muhtemelen her toplumun kültüründe dip akıntıları olarak süregelen ırkçılık, kadın düşmanlığı, göçmen düşmanlığı ve benzeri karanlık akımlar su yüzüne çıkar, yoksullaşmış, statü kaybına uğramış, fakat uzun süredir avantajlı konumda yaşamış olan kesimlerin (örneğin ABD, Fransa gibi Batı toplumlarında Beyaz işçi sınıflarının) gündelik yaşamlarının aktif kültürel kodlarına dönüşür. Popülist otoriter politikacılar ve aşırı sağcı demagogların başvurduğu “günah keçisi” politikasıdır bu. Bir zamanların avantajlı kesimleri artık göçmenler, Siyahlar, Renkliler tarafından kuşatılmış bir azınlık olarak tanımlanırlar. Artık bir varlık yokluk sorunu yaşadıklarına dair, normal koşullarda çok sınırlı bir kesimin ciddiye alacağı yeni faşizmin komplo teorileri, neoliberalizmin hazırladığı bu bereketli topraklarda boy verir.

ABD’de Trump yandaşlarını peşinden sürükleyen komplo teorileri”

Büyük Yer Değiştirme Teorisi

ABD’de Trump yanlısı Cumhuriyetçi Parti tabanında etkili olan en yaygın komplo teorilerinden biri, büyük yer değiştirme teorisidir [great replacement theory]. İlk olarak Beyaz Fransız milliyetçi Renaud Camus’nün geliştirdiği bu teori Avrupa’da aşırı sağ kesimler içinde epeyce taraftar buldu ve ardından Amerikalı Beyaz Üstünlükçüler tarafından benimsendi. Söz konusu teoriye göre, Avrupa ve ABD’de ülkelerin gerçek sakini olan Beyaz Hıristiyan nüfus bilinçli ve sistemli biçimde örgütlenen kitlesel göçler marifetiyle seyreltiliyor ve yerlerine Müslüman, Latin Amerika kökenli ve başka halklardan göçmenler geçiriliyor. Beyaz Hıristiyan toplumlar kendi ülkelerinde bir nevi “yabancı” durumuna düşürülüyor. Kitlesel göçün bilinçli olarak örgütlenmesinden çoğu zaman Yahudiler sorumlu tutuluyor.

QAnon

Yine Trump yanlılarının yaygın olarak benimsediği ve giderek toplumsal bir harekete dönüşen bir diğer teori ise “QAnon”. QAnon teorisi, cinsel istismar amacıyla çocukları küresel bir pedofili ağı vasıtasıyla pazarlayan, (yamyamlık da yapan) satanist komplocu bir grubun, başkanlığı döneminde Donald Trump’a komplo kurduğunu savunur. QAnon yandaşları liberallerin, Demokrat Parti’nin üst düzey temsilcilerinin, Hollywood oyuncularının, devletin üst düzey yetkililerinin, büyük şirket sahiplerinin, kısacası “yozlaşmış yerleşik düzen” temsilcilerinin bu komplo örgütüne dahil olduklarını öne sürerler. Trump yönetimi bu pedofil gruba karşı gizli bir savaş yürütmektedir, “fırtına” olarak adlandırılan bir gün kitlesel tutuklamalar yapılacak ve binlerce grup üyesi infaz edilecektir. QAnon hareketine bağlı olanlar, 6 Ocak 2021’deki Kongre baskınına katılanlar arasındaydı.

Demokrasiyi yeniden inşa etmek

Birçok analist günümüzde küresel sistemin aynı anda çok sayıda kapsamlı krizle karşı karşıya olduğu konusunda hemfikir.[vii] Bu krizler, imalatta ciddi aksamalara yol açan tedarik zincirleri sorunlarını, yüksek gıda ve enerji fiyatlarını, yüksek enflasyonu ve enflasyonla mücadele için benimsenen yüksek faiz politikasının yol açmakta olduğu küresel ekonomik durgunluğu içeren ekonomik krizi; neoliberal ideolojinin gücünü kaybetmesinde kendini gösteren ideolojik krizi; geniş kitlelerin sorunlarına çözüm üretmekte aciz kalan, içi boşaltılmış mevcut liberal demokrasi kurumlarına inançsızlıkta açığa çıkan politik krizi ve elbette örgütlü insan uygarlığını yakından tehdit eden küresel iklim krizini kapsıyor. Eşzamanlı yaşanan bütün bu krizlerin karşılıklı etkileşime girmesinin ne tür sonuçlar yaratabileceğini öngörmenin mümkün olmadığı, ama her durumda etkilerin katlanarak ortaya çıkacağı öne sürülüyor.

Bu koşullarda, neoliberalizmin ekonomik ve politik gücü çok dar bir kesimin elinde toplayarak, içini boşalttığı demokratik işleyişten umudunu kesen geniş kesimlerin, popülist-otoriter rejimlerin ve bu rejimlere koşut olarak gelişen yeni faşist hareketlerin tabanı haline gelmesi anlaşılır görünüyor. Diğer yandan, şu haliyle değil ama daha anlamlı bir demokratik işleyiş ve rasyonel bir tartışma ortamı, insanlığın karşı karşıya olduğu temel sorunların, en başta da iklim krizinin hafifletilmesi için vazgeçilmez önemde. Bu durumda, demokratik kurumları ve işleyişi bir tür yüksek siyaset tiyatrosu olmaktan çıkarıp halkın katılımına açabilecek, demokrasiyi halkın yaşamında somut iyileşmeler sağlayacak şekilde yeniden inşa edebilecek tek alternatifin tabandan gelişecek toplumsal hareketler olduğunu görmek zor değil.


[i] Paul Mason, How To Stop Fascism: History, Ideology, Resistance, Penguin Books, 2021, s. 6-9.

[ii] A.g.e., s. 9.

[iii] Elbette burada oldukça eksik bir tablo çiziliyor, sadece bazı temel adımlardan ve nihai kurumsallaşmanın bazı temel unsurlarından bahsediliyor. Devlet aygıtının topluma büyük ölçüde egemen olduğu bir yapıya ulaşma sürecini çok daha zengin şekilde tasvir edebiliriz.

[iv] Enzo Traverso, The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right, Verso, orijinal Fransızca baskı 2017, İngilizceye çeviren David Broder, s. 13.

[v] Nobel ödüllü sosyal demokrat iktisatçı Joseph Stiglitz, günümüzde enflasyonun arz kıtlığından kaynaklandığını, oysa merkez kapitalist ülkelerin enflasyonla mücadele için faizleri yükseltme politikası izlediğini hatırlattıktan sonra, yüksek faizlerin ve güçlü doların, gelişmekte olan ülkeleri de faizleri artırmaya zorladığını ileri sürüyor, bunun sonucunda küresel bir resesyon öngörüyor. Stiglitz’in bunun politik sonucu hakkındaki öngörüsü şöyle: “Bu ekonomik sancılar, elbette en kırılgan ülkeleri en ağır şekilde etkileyecek, popülist demagoglara kızgınlık ve hoşnutsuluk tohumları ekecekleri daha verimli bir zemin sağlayacak.”

Stiglitz sorunun ekonomik değil politik olduğunu vurguluyor: “Daha iyi işleyen politik sistemlerimiz olsaydı, üretimi ve arzı artırmak üzere çok daha çabuk harekete geçebilir, ekonomilerimizin şimdi karşı karşıya olduğu enflasyonist baskıları hafifletebilirdik.”

Her makul analist gibi Stiglitz de hâlâ neoliberalizmin kurucu babalarının fikirlerinin ana-akım olduğu bir dünyada yaşadığımıza dikkat çektikten sonra faşizm tehlikesine dair uyarıda bulunuyor: “Bu fikirler bizi gerçekten tehlikeli bir güzargâha soktu: Faşizmin 21. yüzyıl versiyonuna giden yola.”

[vi] Paul Mason, How To Stop Fascism, s. 50-53.

[vii] Bu konuda şu makale derli toplu bir fikir veriyor: “Aşırı Olaylar Artık Yeni Normal”, Walden Bello, çev. Taylan Doğan.